Muhalefet içerisinde işçi sınıfı hegemonyası

28.07.2018 - 08:21
Ozan Tekin
Haberi paylaş

24 Haziran seçimleri arkasında çok uzun sürede tamir edilebilecek ağır bir miras bıraktı. Türkiye’de sol örgütlerde AKP döneminde her seçimden önce “şeriatın” veya “faşizmin” gelmekte olduğuna dair yaygın bir ajitasyon dönemi geçirilir. Bir sonraki seçim sürecine kadar söylenenler unutulur, aynı laflar temcit pilavı gibi tekrarlanır. AKP ile MHP’nin kurduğu uğursuz ittifakın son iki yıldır toplumda açtığı yaralar, bu hissiyatın soldan daha geniş sosyal tabakalara hâkim olmasına yol açtı. Ve buna karşı acil çözüm beklentisi; yani tabanda emek emek örülen bir çabanın sonucunda genişlemek yerine mevcut muhalif güçlerin yan yana gelmesiyle kazanılabileceği düşüncesi bir kez daha duvara çarptı.

Hem HDP’nin seçim öncesi maalesef propagandasının merkezine konulan “aritmetik” hesabın, yani HDP barajı geçtiği takdirde AKP-MHP’nin meclis çoğunluğunu elde edemeyeceği iddiasının yanlış çıkması, hem de ikinci turda Erdoğan’ı alt edeceği beklenen Muharrem İnce’nin ikinci tura dahi kalmayan bir yarış sonucunda ortadan kaybolması, 24 Haziran’ı toplumsal muhalefetin genel durumuna vurulan büyük bir darbe olarak tarihe geçirdi.

Birkaç yıl önce, aktif solcu olan bir arkadaşım, şöyle bir hikâye anlatırdı: Eski solcu bir tanıdığı, arada sırada rastlaştıklarında solun durumunun nasıl gitmekte olduğunu sorarmış. Bizimkisi her seferinde biraz daha kötüye gidildiğini anlatır, arkadaşı her seferinde “iyi, iyi” diyerek keyiflenirmiş. Sonunda bir gün sebebini sormuş. Arkadaşı, mevcut sol tamamen sıfırlanmadan yeni bir şeyin doğmasının imkânsız olduğunu düşündüğünü söylemiş.

Biz uzaktan bakıp sevinen insanlar değiliz, olmamalıyız. Gerçek bir solun nasıl pratiklerle inşa edilebileceği konusunda kafa yoruyor, çaba gösteriyoruz. 24 Haziran’ın ardından gelen depresyon süreci, belki bununla ilgili verimli tartışmalara olanak tanıyabilir. Nasıl olsa vaktimiz de bol.

Konforlu mahalleyi terk etme

Böylesi bir sürecin başlamasına güzel bir vesile, Foti Benlisoy’un geçtiğimiz günlerde yazdığı “Sol ‘mahalle intiharına’ cesaret edecek mi?” başlıklı yazı oldu. Benlisoy, mevcut kültürel-kimliksel kutuplaşmalar bağlamında solun kendi “mahallesini” konsolide etmesiyle yürünecek yol kalmadığını, bir mahalle intiharına kalkışılması gerektiğini, yani “seküler cephe” konforunun terk edilerek AKP’nin tabanındaki yoksulları işçi sınıfı temelli bir siyasete kazanmak için yepyeni bir strateji geliştirilmesi gerektiğini söylüyor.

Marksist.org’u hazırlayan siyasi çizginin çok uzun yıllardır savunduğu bu perspektif, solda özellikle 2017 referandumuna gidilen süreçte popülerleşmeye başladı. İki farklı seçeneğin tüm toplumda oylamaya sunulacağı uğrak, karşı taraftan bizim vereceğimiz “Hayır”a nasıl insan kazanılabileceğinin düşünülmesini tetikledi. Seçim sürecinde de bir ölçüde sürdürülen bu tutum, henüz pratikte bir karşılık bulmuş, sol örgütler tarafından kullanılan dili veya bakış açısını değiştirmiş değil. Ancak böyle bir niyetin gündemimize girmiş olması dahi sevindirici.

Toplumu ezilen sınıflar lehine değiştirmek üzere uzun vadeli inşa edilecek bir stratejiden bahsedince, ister istemez İtalyan marksist Antonio Gramsci’ye dönmemiz gerekiyor.

Onun yaşadığı dönemde, İtalya resmi olarak birleşmiş olsa da, güneydeki köylüler ve toprak ağalarını içeren yaşam ile kuzeydeki modern sanayi işçileri ve patronlar arasında süregiden mücadele arasında dünyalar kadar fark vardı. Güneydeki köylüler, her geçen gün yoksullaşmalarının sebebini sanayileşen kuzeyle daha çok ilgilenilirken kendilerinin ihmal edilmesi olarak görüyorlardı. Gramsci güneyliydi ve oradan çıkıp kuzeye geçtiğinde Sardunya milliyetçiliğinden koparak marksist olmuştu. Dolayısıyla bu durumun tamamen farkındaydı.

Hegemonya

1920’de İtalyan işçi sınıfı “savunmacı” bir pozisyondan çıkmış, Milano ve Torino’da fabrikaları işgal ederek toplumun yönetimini eline almaya talip olmuştu. Gramsci, bu hareket sırasında yaşanan bir anekdotu aktarır: Fabrikalardaki işçilere karşı ordu göreve çağrılmıştır. Orduda zorunlu askerlik yapan erlerden birine, orada ne yaptığı sorulduğunda, “Beyefendilerin hakkından gelmeye geldik” der. Bu söz, güneyli bir köylünün, kuzeydeki kalifiye emekçileri, metal işçilerini veya mühendisleri kendisine kıyasla nasıl üstün gördüğünü, hatta kendi yoksulluğunun sebebi olarak düşündüğü için onlara nasıl bir düşmanlık beslediğini çarpıcı bir biçimde ortaya koyar.

Gramsci, kuzeydeki işçi sınıfıyla güneydeki yoksul köylülerin birbirinden kopukluğunun, işçi hareketine ne kadar büyük bir zarar verdiğinin farkına varır. Henüz üç yıl önce Rusya’da, Bolşevikler önderliğinde küçücük bir işçi sınıfının, geniş bir köylü kitlesini nasıl müttefiki yaptığını hatırlamaktadır. Ve dönemin İtalyan reformist önderleriyle sendika bürokrasisini, işçi sınıfının somut kazanımlarını elde etmek uğruna, güneyin acılarıyla yeterince ilgilenmedikleri için eleştirmeye başlar.

Bu durumun Gramsci’nin ilgisini çekmesinin sebeplerinden biri de, İtalyan egemen sınıfının toplumu nasıl domine ettiğini anlama çabasıdır. Kuzeydeki kapitalistler, İtalya’nın birleşmesi uğruna, güneydeki sosyal yapının aynen korunması temelinde toprak ağalarıyla anlaşma sağlamışlardır. Ve bu “modern” sınıf, toplumda hegemonyasını kurmak için hâlâ her köy ve mahallede “eskimiş” olması gereken Katolik kilisesine ve rahiplere yaslanmaktadır. Gramsci buradan yola çıkarak hegemonya kavramını geliştirir. Buna göre, işçi sınıfı uzun ve sabırlı bir mücadelenin sonucunda, toplumdaki diğer sınıfları ve onların aydınlarını kazanarak, egemen sınıfınkine zıt bir “karşı hegemonya” inşa etmelidir. Bu açıdan, işçi sınıfı bir “arınma” sürecinden geçmeli, yalnızca daha yüksek maaşları kazanmayı hedefleyen ekonomik korporatist talepleri aşarak etik-politik seviyeye geçmeli ve tüm ezilen sınıfların özlemlerine yanıt verecek bir iktidarı alma stratejisiyle kendisini “evrensel bir sınıf” olarak yansıtmayı başarmalıdır.

Günümüz Türkiye’sinde henüz “bir işçi devletinin toplumsal temeli” olarak proletarya hegemonyasından bahsetmek için erken olabilir; ancak kültür-kimlik temelinde egemen sınıf tarafından inşa edilmiş kutuplaşmayı yıkıp sınıf temelinde yeni bir saflaşmayı yaratabilmek için toplumsal muhalefetin içinde işçi sınıfının hegemonyasının inşa edilmesi için mücadele etmek kaçınılmaz görünüyor.

Bir başka deyişle söylersek, bugün AKP’ye karşı var olan muhalefetin geneli, CHP veya İyi Parti’yi destekleyen orta sınıflar tarafından belirleniyor. CHP’den daha zayıf olan, hatta varlığı veya yokluğu tartışmalı hâle gelen sol hareketin ve mücadeleci sendikaların ruh hâli ve siyaset yapma biçimi, bu orta sınıf seküler kitlenin hassasiyetleri tarafından yönlendiriliyor. Ve bu durum, CHP’nin içinden hangi isimler çıkarsa çıksın, sokakta nasıl bir seferberlik durumu yaratılırsa yaratılsın, %50-%50 kutuplaşmasını aşan bir yerden, AKP’nin tabanındaki emekçilerle diğerlerini birleştiren bir alternatifin yaratılmasıyla AKP’nin mağlup edilmesinin önünü tıkıyor.

Solun, sendikal hareketin ve diğer toplumsal muhalefet güçlerinin işçileşmesi ve genel muhalefet içerisinde bu düzlemde bir baskınlığın sağlanması, şunları gidereceği için AKP’nin içindeki emekçilerle bağ kurmanın yollarını açacaktır:

Elitizm ve islamofobi: Her seçim sürecinde siyaset yapıp, halkı ikna etmeye çalışıp bu başarılamadığında kendi eksiklerini aramak yerine halkı suçlayan elitist tavır hepimize gına getirmiş bulunuyor. Bu tavır işçi sınıfını, sıradan insanları küçümsüyor; zaten Ortadoğu’daki bir İslam ülkesi olan Türkiye’de, burada yaşayanların özsel nitelikleri nedeniyle aşağıdan bir dönüşümün geçerli olamayacağını savunuyor.

Ne bölgedeki herhangi bir halk, ne de Türkiye toplumu durağan, fikir değiştirmeyen, ilerici hareketlere destek vermeyen bireylerden oluşuyor. 2011’de başlayan Arap devrimleri tüm dünyayı sarstı. Türkiye’de 2013’te Gezi direnişi yaşandı. 2016’da bir askeri darbe girişimi sokakta halkın mücadelesiyle durduruldu. Bugün gelinen nokta bir kenara, Kürt sorununda çözüm ve Ermeni Soykırımı ile yüzleşme ile ilgili önemli adımların atıldığı girişimler yaşandı.

2018 yazında siyasi tabloyu açıklamak için bu eskimiş “halkımız cahil” palavralarını bırakmak, Türkiye’yi tüm dünyadaki sağa kayış, otoriterleşme, milliyetçiliğin ve güvenlik politikalarının yükselişi bağlamında anlamak lazım. Siyasetin sağa kayması tek tek bireylerle ilgili değil, onlara odaklanarak çözülebilecek bir şey de değil.

Pesimizm ve sinizm: Bunlar asıl olarak Twitter, Facebook gibi sosyal medyalarda yaratılıyor ve yaygınlaştırılıyor.

Bu ruh hâlinin seyrinde, sosyal medyada Türkiye’de olup bitmekte olan kötü şeyler bir dizi paylaşımla sıralanılıyor. Bunları yok etmek için herhangi bir kolektif seferberlik çağrısı veya imasında bulunmadan, sadece ne kadar kötü şeylerin olduğu vurgulanıyor. Bunun altında yatan metin ise yukarıda bahsettiğimiz elitizm, Türkiye’deki insanların ne kadar geri, cahil vb olduklarının ve hiçbir şeyin değişmeyeceğinin altını çizme isteği.

Bu durumun nasıl bir kronik vaka hâline geldiğini iki gün önce Meltem Oral yine bu sitede yazdığı bir yazıda anlatıyordu. Yunanistan yangınının ardından hem tüm Türkiye toplumunda hem de sosyal medyada baskın olan dayanışmacılık olmasına rağmen, üç beş tane tuhaf hesaptan yapılan ırkçı paylaşımlar sürekli elden ele iletiliyor; elbette hiçbir pozitif getirisi olmayan bu işlem, AKP’ye oy veren %40 ila %50 kitlenin bu dayanışma hâlinin karşısında durduğu varsayımıyla, adeta ortada fol yok yumurta yokken bu kesimin aşağılanması için yapılıyor. Oral’ın dediği gibi, “kendinden menkul bir değerler dünyasının erdemliliğini teste tabi tutmak sol muhalefet değil.”

Kolaycılık/basgeççilik: Türkiye toplumu gerçek bir sosyal dönüşümü sağlayamayacak “çomarlardan” oluştuğuna ve “her şey kötüye gittiğine” göre, bunu durdurmak için etik veya makul olmayan yolların denenmesi gerekir. Bu, bir ucu 15 Temmuz’u açıktan destekleyemediği için bugün onu “tiyatro” ilan eden, diğer ucu ABD veya başka bazı dış güçlerin ambargo veya başka yöntemlerle Erdoğan’ı koltuğundan etmesini uman çok derin bir sağcılık.

2014 yılının ilkbaharında yerel seçimlerde HDP’lilere “oyları bölmemeyi” öğütleyen “basgeç” tavrı, aynı yılın yaz aylarında faşist MHP ile ortak bir adayın desteklenmesi noktasına kadar savrulmuştu. 15 Temmuz sonrasının siyasal ortamında MHP’nin AKP ile ittifak yapması ve Ekmeleddin İhsanoğlu’nun başkanlıkta bu kez Erdoğan’ı desteklemesiyle basgeççiliğin trajedisini izlemiştik.

Ancak aynı tavrın izleri devam etti. 24 Haziran seçimlerini siyasi değil aritmetik bir uğraş olarak gören, bu şekilde bir dönemin Sözcü okurunun dahi parlamentoda HDP’ye oy vermeye yöneldiği, bunun karşılığında HDP’den ikinci turda Muharrem İnce’ye emanet oyların istendiği süreç ve kimi HDP sözcülerinin daha ilk tura haftalar varken ikinci turda Akşener’i bile destekleyebileceklerini açıklamaları gibi gelişmeler, bugün etrafımızdaki derin karamsar havanın adım adım inşa edilmesine vesile oldular.

Neden işçi sınıfı?

İtalya’nın güneyinden bir köylü ile kuzeyinden bir işçinin 1920’lerde egemen sınıfa karşı çıkarları ne kadar ortak idiyse, bugün AKP’ye oy veren işçilerle diğer seçenekleri tercih edenlerinki de öyle.

AKP’ye oy veren işçinin diğerlerini yıllardır kendisini ezen mekanizmanın bir parçası zannetmesi, bu nedenle tıpkı İtalyan köylü gibi kendinden elit görüp ona kin beslemesi, ancak bir işçi mücadelesinin birleştiriciliği içerisinde kırılabilir. AKP’ye oy veren bazı kesimleri başka bir alternatife kazanabilmek için muhalefetin içinde işçi sınıfı hegemonyasının inşa edilmesi gerektiğini söylerken kastımız budur.

Orta sınıf endişeleri veya hassasiyetleri yerine işçilerin sahici dertlerinden yola çıkarak kurulacak bir muhalefet, solun da kendisini içerisinde yeniden inşa edeceği bir zemini sunacaktır.

Ve muhalefet içerisinde böyle bir hegemonyayı kurmak için ilk adımlar, yaklaşmakta olan krize karşı direnişin içerisinde atılabilir.

AKP şimdiden krizin faturasını işçi sınıfına ödetmek için tüm önlemlerini aldı. “Enflasyonla mücadele” adı altında getirilecek acı reçete, kamu kaynaklarının kısılması, belki işten çıkarmalar ve daha bir dizi “tedbir” ile birlikte uygulanacak.

Bunlara karşı “halkımız” direnecek. Halkımızla ilgili müstehzi videolar veya capsler paylaşanlarla gerçekten de yürünecek yol kalmamıştır.

Krize karşı nerede direnen bir işçi grubu varsa onun yanında olmamız, farklı direnişler arasında bağlar kurmamız, tüm emek örgütlerinin yan yana geleceği platformları inşa etmemiz gerekli.

Ozan Tekin

[email protected]

Bültene kayıt ol