AKP’yi yer yüzüne indiren, başka bir deyişle üçüncüsünü okuduğunuz bu yazı dizisinde anlatmaya çalıştığım gibi ‘yeni bir kurucu lider, yeni bir kurucu parti, yeni bir dönem’ anlatısının irtifa kaybetmeye başlamasına neden olan süreç, 16 Nisan 2017’de yapılan partili cumhurbaşkanlığına geçişin oylandığı referandum oldu. Arkasına 15 Temmuz direnişini, Yenikapı mitingini, OHAL koşullarının keyfiliğini, eşitsiz siyasal rekabet ortamının fırsatlarını alan AKP üstelik MHP’yle ittifak yapmış olmasına rağmen referandumu kıl payı bir farkla alabildi. 1 Kasım seçimlerinde MHP ve AKP’nin oylarının toplamı yaklaşık 29 milyon 400 bin olmasına rağmen 16 Nisan referandumunda AKP-MHP ittifakı yaklaşık 25,1 milyon oy alabildi. Yaklaşık 4 milyon 300 bin oyu kaybetti. Hem MHP seçmeninden 16 Nisan referandumunda “Evet”e verilen hem de HDP seçmeninden “Evet”e kayan oylar düşünüldüğünde AKP’nin kendi seçmen kitlesinden ciddi bir kayıp yaşadığı ortaya çıkıyor. 16 Nisan referandumu ancak “Atı alan Üsküdar’ı geçti” yaklaşımıyla değerlendirilebildi AKP liderliği tarafından. Özellikle oy sayımın büyük şehirlere, İstanbul’a ve batıya gelindikçe “Evet” ve “Hayır” arasındaki farkın hızla kapanması ve büyük şehirlerde ama özellikle İstanbul ve Ankara’da “Hayır” oylarının öne geçmesi, AKP’nin gerçek dünyaya inişi açısından belirleyici oldu.
16 Nisan’dan bugüne kadar yaşananlar bu inişin yarattığı şoklara AKP liderliğinin inişi daha da sert hâle getiren cevaplarından ibaret.
Yeni kuruculuk iddiası çökerken
İdeolojik düzeyde, yeni kuruculuk iddiası, yerli-milli ittifakın devlet kanadının işine yarayan bir şekilde esas olarak Mustafa Kemal’in kuruculuğunun emsalsizliği örnek gösterilerek daha sönük kalmaya başladı. Cumhuriyetin kuruluş döneminde gerçekten bir beka sorunu yaşanıyordu. Her şeye rağmen, gerçek bir işgal de yaşanıyordu. Bu işgale karşı mücadelenin liderliğiyle eşit düzeyde kuruculuk için gereken güncel beka kaygısı, kitleleri çok kısa bir süreliğine harekete geçirebildi ama beka kaygısını gidermenin başka bir yolu daha kısa süre önce denendiği (burada çözüm sürecini aklımıza getirebiliriz-bu başka bir tartışma konusu ama beka kaygısı olarak anlatılan bölünme korkusunu gidermenin bir başka yolu daha var. Böleceği düşünülen güçleri kapsayacak demokratik ve barışçıl bir hamle yapmak) ama tamamlanmadan bırakıldığı için çok da inandırıcı olamadı. İstanbul’da hükümetin düşmek üzere olduğu ev Anadolu’nun bazı bölgelerinin işgal edildiği koşulların sertliğiyle “üst aklın darbe girişimleri”, “üst aklın dolar darbesi” gibi eksenlerle paralellikler kurmaya çalışmak bütünüyle militan kadrolar dışında alıcı bulabilecek bir süreklilik sağlayamaz. Bu nedenle Erdoğan’ın ilk dolara karşı dövizleri TL’ye çevirme daveti nispeten alıcı bulmuşken doların 5 TL’yi zorladığı koşullarda dolar bozdurma çağrıları herkesin bir kulağından girip öbüründen çıktı.
Devlet, yeni kuruculuk iddiasıyla da temellenen yerli-milli yaklaşımdan memnun zira kemalizm son 16 yılda hiç olmadığı kadar yaygınlık kazanıyor. Tüm AKP liderliği bunu görüyor, giderek geleneksel Türk milliyetçiliğinin tüm kodlamalarını kullanmaya başlarken, “yeni kuruculuk”tan geriye kalan devletin geleneksel sağ ve milliyetçi bir kanadı gibi görünmekle yetinmenin şokunun etkileri, 16 Nisan’dan beri belirgin bir şekilde görülüyor.
Ekonomideki hüsran
Ekonomide yaşananlar ise bir başka şok yaratıyor ve bu şok sadece AKP liderliğini değil, ekonomi kurmaylarını, Merkez Bankası’nı, egemen sınıfın örgütlerini, ticareti, emekçi sınıfları, borç yığınına sahip kitleleri de şok ediyor. AKP en sert irtifa kaybını, hatta irtifa kaybederek sürekli bir türbülans içinde sarsılmayı ekonomideki akıl almaz durgunlukla yaşadı. Faruk Sevim’in yazdığı gibi, dolar krizi devam ediyor. Yılbaşında 3,8 TL olan dolar, şimdi 4,7 TL. Merkez Bankası faizi yılbaşında yüzde 12,75 iken, şimdi yüzde 16,50. Cari açık, petroldeki pahalılaşmanın sürmesi nedeniyle yılbaşında 45 milyar dolar iken, şimdi 55 milyar dolara yükseldi. Cari açığı kapatmanın yollardan biri olan ihracat, son 5 yıldır yerinde çakılmış durumda. 5 yılda TL’nin dolar karşısında yüzde 60 değer kaybetmesine karşın, 2013 yılında 152 milyar dolar olan ihracat, 2018 yılında en fazla 160 milyar dolar olacak. Buna karşın ithalatta petrol kaynaklı artış 10 milyar doları bulduğundan, dış ticaret açığı 2017 yılında 77 milyar dolar iken, 2018’de 80 milyar dolara çıkacak.
Özellikle İngiltere’ye Erdoğan liderliğinde yapılan Londra çıkartması tam bir hüsranla sonuçlandı. Yapısal borç krizini derinleştirmekten ya da güncel bir ivme kazandırmak üzere tetiklemekten başka bir işe yaramayan bu toplantı, AKP liderliğinin ekonomik alandaki kısıtlamalarına, kusurlarına ve gaflarına mercek tutmakla kalmadı sadece, küresel ekonomik büyümenin rüzgarıyla yelkenlerini şişiren ama bunu geniş ölçekli bir borç sarmalını derinleştirerek yapabilen ekonomik aklın faciaya neden olduğunu da gösterdi. Bu, düşük faiz-düşük enflasyon teorisinin krizin tetikçileri arasında ilk sırada olduğunun kitleler tarafından da görülmesi anlamına geldi. Bir başka açıdan, yıllardır her seçim döneminde IMF’yle bağları kopartan siyasi iktidar olmakla övünenler, ekonomik istikrarsızlığı en azından dengeleyebilmek için Ümit Akçay’ın tanımıyla [1] içeriği itibariyle “IMF’siz bir IMF programı” önermek zorunda kaldılar. Merkez Bankası’nın faiz yükseltmek için Cumhurbaşkanı’nın yurtdışı gezisini beklemek zorunda kaldığı bir ekonomi yönetimi AKP’nin şok üstüne yaşadığı şoklar arasında en çarpıcı olan alana tekabül ediyor. Artık işler rayında değil ve ekonomik alanda krizin faturasını o süslü lafla “vergileri tabana yayarak” sorumluluğu emekçilere, krizin şekillenmesiyle hiçbir alakası olmayan kitlelere yüklemeye çalışma eğilimi, AKP’nin gökyüzünden yeryüzüne iniş macerasını hızlandıran esaslı bir etken oldu.
Devletin iki dudağına bakarken…
AKP’nin artık siyasal süreçleri temel gidişatına yön veren bir parti olmaktan çıkmış olduğunun bir başka kanıtı ise Devlet Bahçeli’nin AKP’nin kaderini belirleyen çıkışları yapmasıdır. Haziran 2015 seçimlerinin hemen ardından Bahçeli kendilerinin HDP’yi flu gördüklerini açıklamıştı ve her türden koalisyona kapıları kapatarak seçimlerin yenilenmesinde kilit bir rol oynamıştı. Daha sonra AKP de HDP’yi flu görmeye başlayacak Kürt sorununda AKP Devlet Bahçeli’nin istediği çizgiye gönülsüz olmayan bir şekilde gelecekti.
15 Temmuz darbe girişiminin ardından 11 Ekim 2016 tarihinde yaptığı grup konuşmasında "Fiili duruma hukuki boyut kazandırmak gerek" diyerek 16 Nisan tarihinde oylanan anayasa değişikliğinin temel aktörü oldu.
İki ay önce de AKP’nin tüm ileri gelenleri bir erken seçimin olmayacağını ilan ededururken Devlet Bahçeli 17 Nisan 2018’de "Önümüzde 2 seçenek vardır. Ya normal tarih beklenecek. Ya da milli mecburiyetten dolayı seçimler erkene çekilecektir. Bilinmelidir ki, gerekli uyum yasalarının çıkarılmasının ardından MHP, seçimlerin erkene alınmasından yana takdirini kullanmaktadır" diyerek erken seçimin fitilini ateşledi ve AKP liderliği bu çağrıya hemen adapte oldu. Bu durum erken seçim ya da referandum çağrısını bile kendisi yapamayan parti liderliği olarak AKP liderliği algısını yarattı ve MHP gibi sağın sağın sağında yer alan bir partinin bir dediğini iki etmeyen politik tercihleri “Yeni Türkiye”nin inşacısı AKP imajını darmadağın etti.
AKP liderliği sadece bu açıdan değil MHP’ye mahkûm bir görüntü çizmesi açısından da ayrıcalıklı, neredeyse sihirli dokunuşları olan bir parti liderliğine sahip olma duygusunu çoktandır kaybetti.
Erdoğan Muharrem İnce’yle görüşmeyi kabul ettiğinde kendi oturduğu koltuk her ne kadar daha gösterişli olsa da sonuçta seçime giren iki adaydan birisi olduğunu kabul etti. Bir açıdan beka kaygısıyla verildiği söylenen mücadelenin başkomutanı olarak öne çıkartılan diğer yanda yeni bir Türkiye’nin kurucu lideri olarak tanıtılan ve “partili cumhurbaşkanlığı hükümet sistemiyle” elinde aşırı bir güç biriktirecek olan Erdoğan, sonuçta adaylardan birisi olduğu bir seçim yarışına girdiğini itiraf etmiş oldu. Kurulması arzulanan sisteme geçişte seçimden başka yol olmaması demokratik bir ayak bağı. 15 Temmuz’u bir AKP ve yerli ve milli-cumhuriyet öncesiyle bugünü bağlamayı amaçlayan bir tarihsel çerçeve-ittifak ya da yeniden şahlanışın başlangıç tarihine çevirme çabalarına rağmen ideolojik, ekonomik, siyasi ve sosyal alanda yaşanan bir dizi gelişme ve özellikle AKP’lilerin beklemediği şoklar, bu şahlanışın aslında yapay ve gerçek sorunları örten bir propaganda malzemesi olduğunu görmeye başladılar. 24 Haziran yaklaştıkça seçim yarışının bıçak sırtı geçtiği AKP’ye sempatiyle bakan gazeteciler tarafından da ifade edilmeye başlandı.
Bu, iki partinin yüzde 60 civarında oy alması gerekirken, Cumhur İttifakı’nın yüzde 50’yi göremediğinin itiraf edilmeye başlanması AKP tabanında yer alan yoksul kitlelerin Haziran 2015 seçimlerindekine benzer bir tutum alma eğiliminde olduğunu gösteriyor.
AKP, Erdoğan’ın iddia ettiği gibi metal yorgunluğundan değil, kabuk değiştirmekten mustarip. AKP’ye değişimin adresi olduğu için oy verenler ya da bu partinin tabanında sokak sokak siyasi faaliyet yapanlar, mevcut değişimin umdukları yönde olmadığını acıklı bir şekilde görmeye başladılar. Bu değişimde yeni olan hiçbir şey yok! Eski diye eleştirilen bir dizi yapı ve siyasi figür yeni dönemde de aynı ağırlığa sahipler. “Yeni Türkiye” diye yola çıkanların eski Türkiye’nin bir dizi hukuk, demokrasi ve denetim dışı sürecinin simgesi olan Tansu Çiller’den medet umması AKP’nin yeryüzüne inişinin hangi şekillerde gerçekleştiğinin de gösteriyor. AKP’nin liderliği, üst kadroları, zenginleri ve elitleriyle AKP’nin yoksul kitleleri arasındaki açının genişlediği gün gibi ortada.
AKP bir başka açıdan da sorun yaşıyor: Daha önce de altını kalın harflerle çizdiğimiz gibi, iktidarı kalıcı hale getirmek ve tek kişi etrafında merkezi bir hükümet sistemi kurmak için atılan ekonomik, siyasi ve yasal her adım dönüp AKP’ye ayak bağı olmaya başladı. Ekonomide inşaatçılık, siyasette başkanlık sistemi için gerekli olan yasal düzenleme ve referandum zorunluluğu, ittifak kanunu gibi adımlar AKP liderliğinin ayak bağıdır artık.
İktidarı garantilemek için ittifak kanunu getirirken farkında olmadan Saadet Partisi’nin bile baraj sorununu ortadan kaldıran hükümetin iç sıkıntıları, egemen sınıfın çatlakları, egemen siyasetin istikrarsızlığı artık gizlenemiyor. OHAL’i kaldırmasının önünde hiçbir engel olmayan hükümetin 24 Haziran seçim vaadi olarak OHAL’i kaldıracağını ilan etmesi, kendisini muhalefette sanan bir iktidar olarak yaşadığı hazin şekillenmenin bir yansıması olarak bir dizi gerçeğe işaret ediyor.
Şenol Karakaş
[1] https://www.gazeteduvar.com.tr/yazarlar/2018/06/19/akp-kazanirsa-ekonomik-istikrarsizlik-biter-mi/