Faturayı ödememek için birleşelim

10.06.2018 - 16:41
Çağla Oflas
Haberi paylaş

Merkez Bankası faiz arttırma hamlesi döviz kurunda istenilen gerilemeye yol açmadı. An itibarıyla dolar 4,61 liraya dayanmış durumda. Üstelik enflasyon da çift haneli rakamı görerek yüzde 12,5’e dayandı. 7 Haziran tarihinde toplanacak Merkez Bankası’nın yeniden faiz artırımına gideceği söyleniyor. Merkez Bankası’nın müdahalelerinin ekonomideki kötü gidişata etkisi neredeyse sıfır düzeyinde görünüyor. Şu anda özel sektörün ve devletin dış borcu 438 milyar dolar ve bu yıl ödemesi gereken dış borç toplamı 102 milyar dolar. Ayrıca ihracat ve ithalat arasındaki 50 milyar dolarlık bir fark var. Buna karşılık Merkez Bankası’nın 80 milyar dolarlık toplam döviz rezervi var. Bunun yanında turizm ve çeşitli ürünlerin ihracatından da ülkeye döviz gelecek. Ancak tüm bunlar ilk elden ödenmesi gereken 102 milyar dolarlık dış borcu ödemeye yetmiyor. Üstelik bu rakama 50 milyar dolarlık cari açığı da eklemek gerek.

Öte yandan Türkiye’deki kriz tek örnek değil. 2008 krizi sonrasında gelişmiş ülkelerden, gelişmekte olan ekonomilere aktarılan paralarla canlanan ekonomiler, ABD’nin 2013 yılından itibaren uyguladığı sıkı para politikalarıyla birlikte kriz sinyalleri vermekte. 

Kırılgan ekonomiler

Örneğin Arjantin 2001 yılında yaşadığı ekonomik çöküşten sonra yeni bir ekonomik krize giriyor. Ayrıca Hindistan, Meksika, Endonezya, Güney Afrika, Macaristan ve Polonya gibi ülkelerin ekonomileri de yükselen döviz kurları ve faiz oranları kıskacında zor zamanlar yaşıyorlar. Bu ülkeler kapitalizmin çözümlenemeyen çelişkileriyle dolu, dünya ekonomisinin en zayıf halkaları. 

2008 krizi sonrasında sisteme para pompalamak suretiyle çöküş engellendi ama bu krize yol açan sorunlara çare olmadı. Aksine kârlılık oranlarının artmasına yol açmayan, sadece krizi ertelemeye yarayan bu tür müdahaleler birbirini tetikleyerek daha derin krizlere yol açmakta.

Yapısal bir sorunla karşı karşıyayız

Hemen her ekonomi yazarı bugünlerde şu ya da bu şekilde ekonominin dönmesi için gereken kaynaktan bahsetmekte. Krize yol açan etkenlerin arka planında Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın faiz oranlarının arttırılmamasına ilişkin takıntısından öteye yapısal sorunlar konuşulmaya başlandı. AKP hükümetinin 16 yıldır sürdürmekte olduğu Kemal Derviş patentli yeni liberal politikaların ekonomideki yaratmış olduğu suni canlanmanın sonuna gelindi. 2008 krizi sonrasında gelişmiş ülkelerden pompalanan parayla gelişen inşaata dayalı ekonomi de doğal sınırlarına dayanmış durumda.

Seçim mitinglerinde ekonomiye ilişkin pek söyleyecek sözü kalmayan Cumhur İttifakı’nın seçimi kazanması hâlinde muazzam miktarda kaynak ihtiyacı için IMF’nin kapısını çalmaktan başka bir çaresi yok. Bu durum Millet İttifakı için de geçerli. 

İşçi sınıfı IMF politikalarının ne anlama geldiğini yakından biliyor. Türkiye ekonomisi 1980, 1994 ve 2001 yılı krizlerini aşmak için her seferinde IMF ile yeni bir standby anlaşması imzaladı. Her bir anlaşmayla işçi sınıfı daha yoksullaştı. Kazanımları tırpanlandı. Yeni bir anlaşma kamu harcamalarında azalma, emeklik yaşının yükseltilmesi, kıdem tazminatı gibi mevcut hakların ortadan kaldırılması ve özelleştirme anlamına gelmekte. Hükümetin bugünlerde emekçilere verdiği kırıntılar ya da muhalefetteki partilerin çeşitli vaatleri yanıltıcı olmasın. Seçimler sonrasında tatlı vaatlerin yerini hızla kemer sıkma politikaları alacak. 

Milyonlarca çalışanın zaten kötü olan yaşam standardının radikal bir şekilde kötüleşmesine yol açacak bu politikalar birleşik bir mücadelenin örgütlenip örgütlenemeyeceğiz faturayı kimin ödeyeceği açısından önem taşımakta.

24 Haziran seçim sürecinde her fırsatta “OHAL’i grevleri yasaklamak için kullanıyoruz” diyen AKP hükümetini teşhir etmek, 16 yıllık iktidarı boyunca sermaye palazlanırken, emekçilerin yoksullaştığını anlatabilmek gerek. Ama daha da önemlisi seçim sonrasında hem Cumhur İttifakına oy vermiş, hem de Millet İttifakı’na oy vermiş işçilerin bir araya gelmesini sağlayacak, bir mücadeleyi şimdiden inşa etmek.

Birleşik mücadeleyi örmeliyiz

Hatırlanacağı gibi 2001 krizi sonrasında esnafından, çiftçisine krizden canı yanan tüm kesimler sokağa çıkmıştı. Sokağa çıkan her kesimin ellerinde Emek Platformu tarafından hazırlanan program mevcuttu. Ancak Emek Platformu, 28 Şubat darbesi sonrasında meydana gelen laik-şeriatçı yapay bölünmesinin karşısında, sokağa çıkan kitleleri şeriatçı olarak görmüş, krize karşı mücadele eden kesimlerin, işçi sınıfının talepleri ekseninde birleşmesini sağlayamamıştı. Siyasal ve sendikal alanda oluşan bu boşluk koşullarında iktidara gelen AKP iktidarı ise krizin faturasını işçi sınıfından çıkarmayı sağlamıştı.

O günlerden bugünlere çok sular aktı. İşçi sınıfı bir e-darbe, Gezi direnişi, 15 Temmuz darbe girişimini püskürtme, OHAL gibi pek çok siyasal badireler içinden geçti, geçiyor. Sendikal anlamda olmasa bile bu süreçler işçi sınıfının öğrenmesi ve deneyim kazanmasını sağladı. Üstelik tek tek iş yeri bazında gelişen mücadeleler de gösteriyor ki, kutuplaştırma siyasetinin aksine mücadele eden işçiler arasında birlik eğilimi çok daha artmış durumda. Metal işkolundaki mücadele deneyimi buna en iyi örnek. Öte yandan AKP tabanında yer alan işçilerin de mücadelede yer alması, OHAL sürecinin özellikle grev yasaklarının bu kesimlerde yarattığı kırılma, birleşik bir mücadelenin olanaklarının önceki dönemlere göre çok daha fazla olduğunu göstermekte. 

Seçim sonrasında mücadele dolu günler bizleri bekliyor olacak. Kuşkusuz sermaye bu krizi atlatmak için çok daha kararlı ve sert adımlar atacak. Birleşebildiğimiz takdirde faturayı krizin sorumlularına, egemen sınıfa ödetmek zor ama imkânsız değildir.

Çağla Oflas

[email protected]

Bültene kayıt ol