Dolardaki kur artışının 5 TL’ye dayanmasının ardından, hükümetin düşük faiz oranı politikası konusunda direnci kırıldı. Merkez Bankası döviz kurlarına faiz oranlarını arttırarak müdahale etti. Borç verme faiz oranını yüzde 13,5’dan 16,5’e yükseltti. Merkez Bankası’nın bu hamlesi doları bir miktar geriletti. Ancak bu hamle döviz kurları artışındaki reel sektör üzerindeki olumsuz etkisini azaltmayacağı gibi ekonomik durgunluk önümüzdeki birkaç yıla damgasını vuracak. Nitekim Ekonomi Bakanı Mehmet Şimşek de müdahalenin hemen ardından para politikası güvenilirliğini yeniden sağlamak ve yatırımcı güvenini yeniden kazanmak için mali disiplinin ve yapısal reformların gerekliliğini vurguladı. Bu kamusal hizmetlerin daraltılacağı, kemer sıkma politikalarının yeniden gündeme getirileceği anlamına geliyor. Ayrıca hükümetin 16 yıllık iktidarı boyunca işçi sınıfının direnci nedeniyle hayata geçiremediği; kıdem tazminatının gaspı, asgari ücretlerin ve memur maaşlarının enflasyona endekslenmesine son verilmesi, geçici istihdam uygulamalarının yaygınlaştırılması, gönüllü özel emeklilik sisteminin zorunlu hale getirilmesi gibi yapısal uyum politikalarına ilişkin bir dizi önlemlerin alınması anlamına gelmekte.
Hatırlanacağı gibi AKP hükümeti, 2001 krizinin hemen sonrasında iktidara geldi. Krizin etkisiyle merkez siyasal yapıların çöktüğü bir atmosferde “değişim” rüzgârını arkasına alarak 16 yıllık iktidarı boyunca özelleştirme politikalarında hız kesmedi. Öte yandan gerek iş yasasında, gerekse de torba yasalarla yapılan düzenlemelerle iş yaşamında, işçi sınıfının atomize olmasına yol açan, sermayenin lehine bir dizi düzenleme gerçekleştirdi. Bu düzenlemeler; taşeron sistemi gibi güvencesiz ve geçici çalışma biçimlerinin yaygınlaştırılmasını, sendikaların bir güç olmaktan çıkartılmasını ve işçilerin mücadelesinin önüne geçilmesini, emeklilik yaşının yükseltilmesini, sosyal güvenliğin kapsamının daraltılmasını, iş saatlerinin uzatılmasını, işgücü maliyetlerinin aşağıya çekilmesini ve çeşitli yollarla sermayeye kaynak aktarılmasını içeriyor.
AKP hükümeti işçi sınıfına saldırı anlamına gelen bu düzenlemeleri gerçekleştirirken, kendinden önceki hükümetlerden farklı olarak geniş yoksul ve işçi kesimlerin desteğini almayı başarabiliyordu. Bu desteğin ardında yatan en önemli etken hükümetin sağlık hizmetlerindeki aksamalar gibi toplumun gündelik yaşamında yakıcı bir hale gelen ancak giderek kangrenleşen bazı sorunları çözdüğüne ilişkin imajı yaratabilmesi yatmaktaydı. Öte yandan bankacılık sisteminin ıslah edilmesiyle ve kredi faaliyetinin bankaların asli işlevi haline getirilmesiyle birlikte hanehalkı ve firma borçlarının muazzam artışı anlamına gelen tüketici kredileri ve ticari krediler büyük geniş emekçi kesimlerin desteğini almakta önemli rol oynadı. “İstikrar” sözcüğü sadece sermaye kesimi için değil, yaşamını borçla idame ettirmek zorunda bırakılan işçi sınıfının geniş kesimleri içinde siyasal güvenin anahtarı haline geldi. Öte yandan asker sivil bürokrasinin hükümet üzerindeki vesayetçi dayatmaları temel sınıfsal çelişkilerin üzerini örtmesine yol açan kutuplaşma siyasetiyle de birleşerek yeni liberal saldırıların üzerini örtebildi.
Ancak tüm dünyada olduğu gibi 2008 krizi de Türkiye ekonomisi açısından bir dönüm noktası oldu. Hükümet 2008’den sonraki birkaç yıl mali disiplin politikaları ve çalışma yaşamında gerçekleştirdiği bir dizi düzenleme sermaye açısından güven verici bir yatırım ortamı oluşturabildi. Ancak 2008 krizinin, siyasal, jeopolitik sorunları derinleştirmesi cari açık, işsizlik gibi ekonomideki bir dizi yapısal sorunun tetiklenmesine yol açtı.
Yine hatırlanacağı gibi 2016 yılının ilk çeyreğinde büyüme oranları 1,8 küçülmüştü. 15 Temmuz darbe girişiminin ardından OHAL fırsatçılığına yaslanan hükümet, işsizlik fonunun dışında, KHK’lar aracılığıyla Varlık Fonu, Bireysel Emeklilik gibi enstrümanlar ve çeşitli teşviklerle sermayeyi sürekli desteklerken, iş gücü maliyetlerini azaltmaya yönelik işçi hareketini baskı altına bir dizi adım attı. Yüz binlerce kamu çalışanı işten atıldı. Cumhurbaşkanının sermaye kurumlarının çeşitli toplantılarında dile getirdiği grev yasakları getirildi.
Ancak tüm bu politikalar mevcut sorunu çözmekten çok sorunun ötelenmesine yol açtı. Özellikle 2017’de İngiltere’de Brexit kararının ardından, ABD’de Trump’ın iktidara gelmesiyle birlikte bir taraftan “yerli” korumacı, jeopolitik açıdan da saldırgan politikaların uygulanması Türkiye gibi gelişmekte olan ekonomileri kırılgan hale getirdi.
Hükümetin seçim öncesi yaptığı seçim vaatleri, çeşitli vergi afları ve faiz oranlarını arttırmama ısrarı sermaye birikim süreci açısından sürdürülemez bir durum yarattı. Başka bir deyişle otoriter bir başkanlık sürecini de içeren siyasal, ekonomik, jeopolitik krizler yumağı, AKP hükümetinin yükselişine yol açan yeni liberal politikaların sonunu getirdi.
Kuşkusuz seçim sonuçları bu sürece ilişkin analizlerin çok daha netleşmesini sağlayacak. Ancak şimdiden net olan bir şey var ki; O da AKP- MHP koalisyonunun seçimi kazanmasının hiç de kolay olmadığı. Kazansa da siyasal istikrarsızlığın derinleştiği koalisyon iktidarının popülaritesinin giderek erozyona uğrayacağı bir süreç bizleri bekliyor olacak. Öte yandan 24 Haziran seçimleri sonucunda iktidarı hangi koalisyon kazanırsa kazansın her ikisinin de yoksul ve emekçi kesimlere vaatlerinin aksine acı reçete politikaları gündeme gelecek.
Yani 24 Haziran seçimleri sonucunda mücadele krizin faturasının kimin tarafından ödeneceği konusunda şekillenecek. Ve kutuplaşma siyaseti yerini emek-sermaye çelişkilerine bırakacak. 130 bin işçiyi ilgilendiren toplu sözleşme sürecinde hükümetin grev yasağını tanımayacağını ileri sürerek başarılı bir toplu sözleşme imzalayan metal işçilerinin mücadelesi, kamuda taşeron işçilere kadro verilmesine ilişkin yapılan haksızlıkların yarattığı kırılmalar; küçük çaplı direnişler, grevler, henüz kayda değer olmamakla birlikte sınıf hareketinin önümüzdeki dönemde de yükselebileceği ihtimalini kuvvetlendirmekte.
Tam da bu noktada geniş emekçi kesimlerini 24 Haziran seçimlerinde iki neoliberal seçenek karşısında Demirtaş ve HDP seçeneği üzerinde birleştirmek, barış ve demokratikleştirme sorunlarını işçi sınıfının talepleriyle buluşmasını sağlamak açısından önemli bir adım. 24 Haziran sonrasında da “güçlerimizi biriktirebileceğimiz ve birleştirebileceğimiz talep “kirizin faturasını patronlar ödesin” olmalı.
Ancak sosyalistlerin ajandasının ekonomik, siyasal taleplerin kazanılması mücadelesinin ötesinde, krizlerin, savaşların, otoriterliğin nedeni olan kapitalizmin kendi yarattığı sorunları çözemeyeceğini her fırsatta dile getiren, ezilen, sömürülen işçi sınıfının kendi kaderini eline alabildiği, başka türlü bir yaşamın mümkün olabileceğini içeren antikapitalist bir alternatifi yaratması hayati önem taşımakta.
Çağla Oflas