Önceki yazıda bazı önemli gelişmelerin Erdoğan etrafında oluşan “yerli-milli” koalisyonunun bir dizi soruna ve zaafa sahip olduğunu gösterdiğinden söz etmiştim. Bu yazıda bu sorunların öne çıkan ikisine değinmeye çalışacağım.
Türkiye’de iki sert siyasal gelişme, koşulları geri kalan ülkelerden bir ölçüde farklılaştırıyor. Birisi Suriye’de yaşananların devletin beka sorunu olarak kodlanması anlamına gelen “yerli-milli” yeni politik eksen. Diğeri, tam da bu yeni politik eksen şekillenirken yaşanan ve Fethullahçı darbeciler-ulusalcı darbeciler ve kariyerist darbeciler tarafından kurulan darbe koalisyonu tarafından girişilen 15 Temmuz darbesinin yarattığı şok.
“Yerli-milli” politik eksenin her zamanki devlet milliyetçiliği sanılması, milliyetçiliğin egemen sınıflardan ve sınıflar mücadelesinden bağımsız, dört başı mamur bir özerk yaşam alanı olan bir fikri küme olduğunun düşünülmesine bağlı. Oysa, yerli-milli politik eksenin etrafında örüldüğü siyasi figür olan Erdoğan, Şubat 2013’te “Biz her türlü milliyetçiliği ayaklar altına aldık” diyebilmiş, Oslo süreci öncesinde Dolmabahçe’de aydınları toplayarak Kürt sorununda dile getirilmekten o zamana kadar korkulan bir dizi fikrin tartışılmasına zemin yaratmış bir siyasetçi. 2013’ten bugüne nelerin değiştiğini kavramadan, Türk milliyetçiliğinin her zamanki egemenliğiyle olayları açıklamak mümkün değil. Bu, aynı zamanda önümüzdeki dönemde herhangi bir değişiklik olmayacağı fikrini de güçlendiren bir yanılgı. Oysa, yerli ve milli politik eksen, çözüm sürecinin sonlanmasına neden olan, Türkiye Cumhuriyeti devletinin Suriye’nin kuzeyindeki gelişmelerde kendisi açısından ölüm kalım sorunu görmesine tekabül eden ve bu beka sorununu gidermek için planlanan dış politik hamlelerin, iç politik manevraların ve ittifakların stratejik ifadesidir. Bu ittifak milliyetçiliği bu özel bağlamda işlevsel bir şekilde kullanır.
Üstelik, bu ittifakın bileşenlerinin, bir önceki dönemde laik/dindar bölünmesinde karşı saflarda olduğunu gömek de, sorunun sadece İttihat ve Terakki ruhunun yeniden hortlaması olarak görülemeyecğini gösteriyor.
Kürtlerle dostluk ve diyalog temelinde bir ilişkinin hiçbir faydası olmayacağı yönündeki bir fikrin üzerinden şekillenen, hatta 2013 yılında başlayan diyalog sürecinin sadece ve sadece Kürtlerin işine yarayan zararlı bir süreç olduğunu kodlayan yerli-milli politik eksen, kuşkusuz hem Mısır’da Sisi darbesinden hem Türkiye’de Gezi eylemlerinin darbeci olarak kodlanmasından hem de Suriye’de Kürtlerin iki büyük emperyalist blokla ilişkilerini güçlendirmesinden duyulan kaygıların etkisiyle şekillendirildi.
Çözüm süreci bittiğinde, tarafların bir süre ne olup bittiğini tartacağı bir dönem yaşanabilirdi belki ama hem Suriye’deki gelişmelerin hızı hem de Türkiye’de arka arkaya yapılan bombalı eylemlerin tırmandırdığı kaygı ortamı, toplumun bir kesiminde de bir kaygı, istikrarsızlık ve giderek beka duygusunu şekillendirdi.
Darbe girişiminin etkileri
Buradan, ikinci sert siyasal gelişmeyi tartışmaya gelebiliriz. 15 Temmuz darbesi! Darbe, hem bu beka kaygısının hem de siyasal ve ekonomik istikrarsızlığın tam üstüne geldi. Beka kaygısı, 15 Temmuz darbesiyle beraber devletin maddi bir varoluş kaygısıyla da örtüştü.
15 Temmuz darbesinin ardından hâlâ içinde yuvarlanmakta olduğumuz siyasal istikrarsızlık koşullarına bir de ekonomik istikrarsızlık eklendi. Ekonomik durgunluk, yüksek enflasyonla ve giderek yükselen işsizlikle elele gitmeye başladı. Doların ışık hızıyla tırmanmaya başlaması darbe girişiminin hemen ardından yaşandı. Beka kaygısına karşı yerli ve milli bir anlam ve savunma dünyası inşa etmeye çalışan hükümet, devlet ve aşırı sağ siyasal kanat, 15 Temmuz darbesini ve hemen ardından yaşanan ekonomik sarsıntıyı anlamlandırmak için, ‘yerli ve milli’nin yanına bir de önceden beri kullanılmakta olan ‘üst akıl’ iddiasını yerleştirmeye başladı. OHAL koşulları, yerli-milli beka kaygısının üst akıl analiziyle birleşmesiyle oluşan paranoyanın özellikle yargı alanında çok garip ama aynı zamanda belirgin örneklerini yaşamamıza neden oldu.
Avrupa Birliği’yle gerilimin neredeyse ilişkilerin kopması noktasına gelecek kadar tırmandırılması, ABD’nin her gün PYD’ye tırlarla dolu ağır silah vermesi, Rusya ve ABD’nin Türkiye’nin Suriye politikasına sık sık rest çekmesi, Türkiye’nin dış politikada sıkışması anlamına geliyor. Sık sık tekrarladığımız gibi, “Beka kaygısıyla devreye giren politikalar tam tersi sonuçlar veriyor. Türkiye nispeten daha önemsiz güçler olan bölge ülkeleriyle değil, küresel emperyalist güçlerle de sık sık gerilimi yüksek tartışmalara girmekle kalmıyor. Öte yandan Rojava bölgesinde önleneceği düşünülen gelişmeler, devletin arzu ettiğinin tam tersi istikamette yaşanıyor. Kısacası, beka kaygısıyla devreye sokulan politikalar, beka kaygısını derinleştirmekten başka bir sonuca hizmet etmiyor. Sürdürülebilir olmaktan çıkıyor.”
Sadece 16 Nisan referandumunun sonuçlarının etkisi, Erdoğan’ın AKP’yi 2019 seçimlerine hazırlamak için öne sürdüğü metal yorgunluğu vurgusunun yarattığı rahatsızlık değil, beka kaygısıyla üretilen politikaların beka kaygısını gidermediğinin çok açık olması ve bu çerçevede kurulan siyasi ittifakların ne kadar fayda ne kadar zarar getirdiği konusunda yaşanan kafa karışıklıkları, önümüzdeki dönemde egemen sınıfın saflarında ve Erdoğan etrafında oluşturulan devlet koalisyonunda ne düzeyde uyumsuzluk yaşanacağını da tayin edecek. Bu ise, yanlış analizlere, İslamofaşizm gibi tezlere değil, mücadelenin dinamiklerine, potansiyellerine ve kazanmak için hangi atılacak adımlara bakmamız ve yoğunlaşmamız gerektiğini gösteriyor.
Çarşamba günü bu açıdan CHP-HDP koalisyonunun çözüm olup olmadığına ilişkin görüşlerimi aktarmaya çalışacağım.
Şenol Karakaş