Ekim Devrimi’nin 100. yıl dönümü yaklaşırken hatırlayalım: Vladimir Lenin, karamsarlığın gelmiş geçmiş en azılı düşmanlarından biriydi. Kendi siyasi yaşamının ve Rusya Devrimi’nin inişli çıkışlı yıllarında, sık sık umutsuzluğa, çaresizlik hissiyatına, karamsarlığa ve bunlardan beslenen siyasi tutumlara karşı yazılar yazdı, mücadele etti. Fakat bunu yaparken, ilerleyen dönemlerde solda yaygın olarak görülecek olan, sadece sloganlardan ve maceracı bir cesaretten ibaret, gerçek bir dünya analizine dayanmayan -ve sonuç olarak fayda da getirmeyen- bir “umut” anlatısına girişmemek için azami gayreti gösteriyordu.
Lenin’e göre kendini beğenmiş bir optimizmden daha mide bulandırıcı bir şey yoktu. Dolayısıyla, çaresizliği sosyalist saflarda “en kabul edilemeyecek şey” olarak tanımlarken, her dönemeçte buradan beslenen fikirlere karşı güncel ve tarihsel örneklerle karşı koymaya çalışıyordu.
Brest-Litovsk’un ağır şartlarına karşı partisinin ve işçi sovyetlerinin çoğunluğunun kaymaya başladığı “savaşa devam” pozisyonuna karşı her şeye rağmen barışın olması gerektiğini tartışırken, bir yüzyıl önce I. Napolyon’un işgali karşısında Prusya tarafından imzalanan Tilsit Anlaşması’nı ve buna rağmen Prusya halkının nasıl kısa sürede toparlandığını anlatıyordu.
Veya örneğin, Tolstoy’un ölümünden sonra, ona hem bir yazar hem de bir düşünür olarak övgüler yağdırırken, Rusya’da kapitalizmin gelişim evresinde Tolstoy’un proleterleşen köylülerin hem içine düştükleri yeni hayata isyanlarını hem de umutsuzluklarını ne kadar muhteşem bir şekilde tasvir ettiğinden bahsediyordu. Sonuna bir paragraf ek yaparak:
“Modern işçi hareketinin temsilcileri, protesto edecekleri çok şey olduğunu, umutsuzluğa kapılacakları ise hiçbir şey olmadığını bilirler. Umutsuzluk, yok olmakta olan sınıflara özgüdür. Ücretli emekçiler sınıfı, Rusya da dahil olmak üzere tüm kapitalist toplumlarda kaçınılmaz olarak büyüyor, gelişiyor ve güçleniyor. Umutsuzluk, kötülüğün kökenlerini kavrayamayan, bir çıkış yolu göremeyen, mücadele etme yeteneğini kaybetmişlere özgüdür. Modern sanayi proletaryası, bu kategorideki sınıflardan biri değildir.”
OHAL buhranı
Günümüze dönelim. Solda, bugünün Türkiye’sine bakınca umut veren hiçbir gelişme göremeyen, mücadele etmektense her şeyden şikâyet etmeyi tercih eden, tek önerisi bir an önce başka bir ülkeye taşınmak olanlar bütünüyle haksız mıdır?
Şüphesiz değildir. Tablo bir yanıyla oldukça karanlıktır ve bir şeyleri değiştirmek isteyenlerin üzerinde muazzam bir basınç oluşturmaktadır. Ana muhalefet liderinin tutuklanması anaakım siyasi tartışmanın bir parçası olabilmektedir. Haksız yere işlerinden atıldıklarını düşündüklerinden açlık grevi yapan iki kişi hapse atılmış, 11 futbol taraftarı yalnızca onların yaşamasını diledikleri için aynı kaderi paylaşmıştır. Milyonlarca kişinin oy verdiği bir partinin liderleri ve milletvekilleri de hapistedir; bu partinin ve koskoca bir halkın en önemli liderlerinden biri cumhurbaşkanı tarafından “terörist” ilan edilmiştir. Bizim jenerasyonun görebileceği en korkunç acılardan biri olan Irak işgalinin ABD zulmü açısından sembolik örneği sayılabilecek Guantanamo’nun “tek tip” kıyafet dayatması tekrar hayatımıza girmiştir. Cem Küçük, ne kadar sevmesek de ülkenin en büyük gazetelerinden biri olan Hürriyet’e “Sıkıyorsa hükümeti eleştir de görelim” diyebilmektedir. Büyükada’da bir toplantı düzenleyen insan hakları aktivistleri, hükümete yakın çevrelerin dahi savunamadıkları gerekçelerle ve AKP yanlısı medyada gördüğümüz beyin çürüten komplo teorileriyle “ajan” ilan edilip hapsedilmişlerdir. Kadınlara kıyafeti nedeniyle saldıranlar mahkemelerde kendilerini daha güvenle savunabilmekte, mültecilerle ilgili ırkçı fikirlere itiraz etmek imkansızlaşmakta, Kürtçe konuşanlara linç girişimleri yeniden gündeme gelebilmektedir. Doğu Perinçek hayatının en mutlu günlerini yaşamakta, Devlet Bahçeli her hafta birilerini “meczup” ilan edebilmektedir.
Son bir yıla, OHAL dönemine ait olan bu gelişmeler, elbette ki 2015 öncesindeki dönemin siyasal koşullarından bütünüyle farklı.
Hükümet ve toplum ilişkisi
Ancak sorulması gereken asıl soru şudur: Bütün bunlar AKP’nin, Ergenekon ve MHP ile kurduğu “yerli milli” ittifakın kudretini mi göstermektedir? Başka bir deyişle, bu uygulamalar, halk nezdinde ülkeyi yönetenleri popülerleştirmekte midir?
Bu soruya AKP liderliği dahi “Evet” yanıtını veremeyecek hâldedir.
OHAL uygulamalarının 15 Temmuz’u püskürten geniş kitleler nezdinde “Türkiye’yi parçalamak isteyen dış güçler” gerekçesiyle mazur görülebildiği dönemin sonuna gelindiği açıktır.
Tayyip Erdoğan, 15 yıldır alışılageldiği üzere, sürekli olarak siyaseti kendi perspektifiyle belirleyebildiği konumunu kaybetmektedir. “FETÖ’ye karşı mücadele” adı altında yapılan hukuksuzluklar, dış politikada yaşanan çıkışsızlık, ekonomik verilerin bir türlü toparlanamaması, TSK’daki atamalar sonrası yaşanan huzursuzluklar, Coca Cola sembolünün önünde verilen poz, kimin “racon” keseceğine dair tartışmalar… AKP her gün gol üzerine gol yemektedir.
16 Nisan’da %51’e %49 olarak ortaya çıkan tablonun ardından yaşanan sarsıntı, normalde bu ölçüde gündeme gelmesi hayal dahi edilemeyecek CHP’nin liderinin iki milyon kişiyi peşinden sürüklediği Adalet Yürüyüşü ve mitingi ile devam etmiştir. AKP’ye yakın bir anket firması, partinin oy kaybının sürdüğünü, %14-15’lere vardığını açıklayabilmektedir.
Tayyip Erdoğan, 2019’daki başkanlık seçimi yarışına geriden başladığının kabulü içerisinde hareket etmektedir. Tasfiye olmayan tasfiyeler, metal yorgunlukları, yenilenme ve çok çalışma ihtiyacına dair vurgular bunun net göstergesidir.
AKP’li yazarlar sık sık birbirine düşmekte, kimileri sorunun teşkilatlardaki metal yorgunluğundan ileri boyutta olduğunu söylemekte, partinin ANAP’laşması iki senedir masanın üstünde durmaktadır.
Türkiye toplumunun asla değişmeyecek koyunlardan oluştuğuna dair pesimist argüman 7 Haziran ve 16 Nisan gibi uğraklarda çürütüldüğünden, umutsuzluğun sesi şimdi de AKP’nin seçim kaybetse dahi gitmeyeceğini, dolayısıyla yine hiçbir şeyin değişmeyeceğini söylemektedir.
10 Ekim 2015 ile 16 Nisan 2017 arasındaki dönemde çok daha geniş kitlelerin aklına yatan bu argüman artık eskimiş, bu deliliğin biteceğini ve güzel günlerin geleceğini düşünenlerin sayısı çarpıcı bir şekilde artmıştır. “Seçim kaybetseler de hile yaparlar” veya “İç savaş çıkarırlar” artık AKP’nin ceberrutluğuna ilişkin zekice birer tespit olmaktan çıkmış, toplumsal mücadeleler tarihine dair bariz bir cehaletin göstergesi olarak kabul görmeye doğru yol almaktadır. Zira tarihte nice devrimler yaşanmış, en umutsuz görünen durumlarda kitleler mücadeleye atılmış, en zorba iktidarlar -ne kadar hile yaparlarsa yapsınlar- yıkılabilmiştir.
Muhalefet nasıl olmalı?
Özetle, önümüzde, hiçbir şey yapmadan sosyal medyadan mızmızlanmayı seçenleri mecburen dinlemekten çıkacağımız, umutsuzluğa karşı mücadeleden daha fazlasını yapabileceğimiz bir dönem bulunuyor. Sokak seferberliğinde gözle görülür ve istikrarlı bir artış olmaması, büyük siyasete ve toplumsal güçler dengesine ilişkin yukarıda saydığımız tespitleri yanlışlamamaktadır. Temmuz ayında Maltepe’de ve Boğaziçi Köprüsü’nde toplanan kalabalıklar arasındaki geçişkenlik açısından ivme Adalet mitinginin yanında. Bunun nasıl olduğunu ve nasıl sürdürülebileceğini kavramak ise “bir şeyleri değiştirmek” isteyenler açısından kritik bir öneme sahip.
Bundan önceki deneyimleri hatırlayalım: CHP ile MHP’nin başta 2010 referandumu olmak üzere ittifak hâlinde gittikleri birçok seçim, “AKP’ye muhalefet” adına hiçbir işe yaramadığı gibi Tayyip Erdoğan’ı daha da güçlendirdi. Çünkü bunların ortak özelliği, Cumhuriyet mitingleri tipi muhalefetin hâlâ geçer akçe olduğu dönemlerde, bu iki partinin AKP’yi onun daha sağından, daha milliyetçi ve elitist bir hattan eleştirdikleri, böyle güç kazanmaya çalıştıkları ittifaklar olmalarıydı.
Bunların iflasının yanında, özellikle Selahattin Demirtaş liderliğinde HDP’nin yaptığı çıkışı eklemekte fayda var. Kendisinden alıntılarsak, “AKP’nin sorunu İslamcı olması değil neoliberal olması” diyen ve bu eksende muhalefet eden Demirtaş, AKP’ye en büyük seçim yenilgisini yaşatmış ve kendi partisinin oylarını %13’e yükseltmişti. Bu tip muhalefetin bir diğer örneği ise CHP’nin Adalet Yürüyüşü ve mitingi oldu. Kemalizm veya laiklik vurguları taşımayan, kutuplaştırma dilinden uzak “herkes için adalet” talebiyle düzenlenen eylemlilik süreci, milyonları harekete geçirmeyi başardı.
16 Nisan referandumu sonrası Marksist.org sayfalarında yapılan bir tespit, bu süreçlerin derslerini ifade ediyor: “Hayır”cı cephenin özgürlükçü kanadıyla “Evet” cephesindeki yoksul emekçiler arasında bağlar kuracak mücadeleleri ve böylesi bir siyasi aklı inşa etmek.
Daha önce hükümetin teklif ettiğinden daha azına imza atan Memur-Sen liderliğinin, hükümetin önerdiği zammı “Bu teklife kapalıyız” dövizleriyle protesto ederek reddetmek zorunda kaldığı bir ortamda, bunun mümkün olmadığını kim söyleyebilir?
Olmadığını söyleyenler başka yerlere gitmekte özgürler. Biz kalanlarla yola devam edelim.
Ozan Tekin