Türkiye’nin, Osmanlı’nın kendine özgünlüğü, Batı Avrupa ve diğer coğrafyalardan farklı gelişmesi, kendine has tarihsel koşulları, ister istemez kendince bir siyasi kültürün oluşmasına da sebebiyet vermiştir. Oluşan bu siyasi kültür, dar alanda kısa paslaşmalar yaparak, herkesi oyuna katan, kimseyi oyun dışı bırakmayan, geniş bir siyasi anlayışın oluşmasına da engel olmuş; toplumun geneli seyirci konumunda kalarak, tribünlerde oturarak oyun dışı kalmıştır.
Geçmişten günümüze sanki bu ülkede sınıflar, halklar, ezilenler yokmuş gibi hareket eden yönetici anlayış, tartışmaları yönetici elit arası tartışmaların dışına taşırmayarak dar bir alana sıkıştırmıştır. Günümüzde ise Mustafa Kemal mi, yoksa Sultan Abdülhamit mi tartışması yine alevlenirken, dizilerden siyasete, siyasetten futbol sahalarına kadar gündelik yaşamın birçok yerine bu kısır gündem sirayet etmiş, gerçeğin görünür olmasını engellemiştir. Tayyip Erdoğan ve onun arkasına aldığı toplumsal sınıflar Sultan 2. Abdülhamit’in ne kadar kudretli bir padişah olduğunu anlatırken, laik ve seküler kesimler ise Mustafa Kemal’in vatanı kurtaran anlı şanlı bir komutan olduğundan dem vurmaktadırlar.
Peki halkın gündemi, geniş toplumsal kesimlerin çıkarı, bu iki tartışmaya ortak olmak mı, yoksa cendereyi parçalayıp kendinden doğru bir gündem yaratmak mı? Tabii ki ikinci söylediğim, neden? Gerek Sultan Abdülhamit, gerek ise Mustafa Kemal halkın yaşamında kayda değer bir değişim gerçekleştiremediler. Halkın gündelik yaşamında, cumhuriyet ile birlikte tıpkı Osmanlı İmparatorluğu'nda olduğu gibi yöneten ve yönetilen ilişkisi devam etti. Osmanlı'nın son dönemlerindeki kriz, Mustafa Kemal’in kurduğu yeni rejim ile sürdü, yani Batı Avrupa ve gelişmiş kapitalist ülkeler ile olan fark kapanmadı. Cumhuriyetle beraber Osmanlı’nın batı karşısındaki geriliği, az gelişmişliği aşılamadı, olduğu gibi kendisini korudu, muhafaza etti.
Az gelişmiş bir kapitalist ülke olan Türkiye Cumhuriyeti, üst tabakada yönetici eliti kapsayan kısmi reformlar ile yoluna devam etti, fakat bu değişim halka yansımadı, halka inmedi. Halk Osmanlı’da tebaa idi, cumhuriyet ile birlikte topluluk oldu, vatandaş adı altında. Dolayısıyla halkın sosyolojik olarak bir değişim süreci içerisine istenilen bir seviyede dahil olmaması, manipülasyona açık, kendi çıkarlarını gerçek anlamda görmesi sürekli ertelenen; burjuva partilerine, sermayenin partilerine sırtını dayayan, sorgulama ve eleştirel düşünceyi reddeden, kendine, kendi tarihsel sınıfsal çıkarlarına yabancılaşan bir pozisyon almasına sebebiyet verdi.
Gerek Mustafa Kemal’in temsil ettiği anlayış, gerek ise Sultan Abdülhamit’in temsil edildiği günümüzdeki siyasi bakış açısı, halkın (yazının diğer bölümünde de belirttiğim gibi) kendi tarihsel sınıfsal çıkarını görmesini engelledi. Özellikle Osmanlı’da ağırlıklı olarak Ümmet, din dinamiği sürekli canlı tutularak bu engelleme işi yapılırken, cumhuriyetle birlikte ise milliyetçilik ve din dinamiği sürekli canlı tutulmaktadır. Bu iki dinamik dikkat edilirse, gerek AKP, gerek CHP, (MHP’yi söylemeye gerek yok) bu siyasetler tarafından sürekli ısıtılıp ısıtılıp asgari ücretle çalışan, yoksullukla boğuşan Anadolu insanın, emekçilerinin, köylülerinin önüne yönetici elitler tarafından getirilmektedir. Halkın, halkların bunlarla uğraşması, başka bir şekilde kendi gerçek gündemini yaratmasını engellemiştir. O zaman yapılması gereken, halkın kendi gerçek gündemini yaratmasıdır. Halkın kendi gerçek gündemini yaratması ise ancak halkın aşağıdan yukarıya doğru örgütlenmesi ile olur. Ancak örgütlü bir halk kendi gerçek gündemini yaratabilir.
Siyasetin dışında duran işçi sınıfı ve ezilen halklar, sermayenin, yönetici elitin saldırılarına karşı her zaman açık hedef hâline gelirler. Bu saldırıları püskürtmek, egemenlerin gündemine ortak olmamak, siyasetin öznesi olmak, ancak ve ancak halkın kendi kaderini kendisinin eline alması ile olur. Bu kader de örgütlülükle, mücadeleyle sağlanabilecek bir şeydir.
Örgütlü toplum aynı zamanda kendi çıkarının nerelerde olduğunun farkına varan toplumdur. Yıllarca toplumun atomize, örgütsüz bir şekilde yaşaması için elinden geleni yapan başta Kemalistler ve daha sonra ise AKP anlayışı arasında bu konuda hiçbir fark yoktur. Geçmişten günümüze tüm yasal düzenlemeleri yönetici elit kendi çıkarı doğrultusunda yaparken, halka, halklara reva gördüğü ise utanılacak bir asgari ücretle yaşamak; konut, sağlık, eğitim konularında kaliteli hizmet alamamak, egemenlerin yürüttüğü ulusal ve uluslararası kirli savaşın bir parçası olmak.
Dolayısıyla egemen sınıf içindeki, yönetici elit arasındaki bu kavga, biz ezilen halkların kavgası değildir. Halk ve halklar, aşağıdan kendi karar alma mekanizmalarını oluşturup, kendi kaderleri hakkında kendileri karar almalı ve Osmanlı’dan Cumhuriyet'e sirayet eden dar siyasi anlayışın dışına taşmalıdır. Yaşamın ve hayatın güzelliğine geniş toplumsal kesimler ancak böyle ulaşabilirler.
Mehmet Can