Uzunca bir süre önce, Ankara'nın Sokullu Mehmet Paşa mahallesinde bulunan bir okulun duvarında yer alan "Okulumuzun Tarihçesi" yazısı dikkatimi çekmişti. Çerçevelenerek duvara asılmış olan yazıya şöyle bir göz attığımda, beklenmedik bir durumla karşılaşmıştım. Tarihçede Ermenilerden söz ediliyordu.
Yazının bütününü okuduğumda, büyük bir açık yüreklilikle yapılan bir itirafla karşılaşmak beni epey şaşırtmıştı. "Bu bölge eskiden zengin Ermeniler tarafından iskân edilmişti" deniliyordu tarihçede, Ermenilerin ekonomik durumuna vurgu yapılması ihmal edilmeden. "Bağlarla kaplı bölgede, çeşitli evler inşa etmişlerdi. Sonra Ermenilerin şehri terk etmesi üzerine, bu bölge de devlete geçmişti." Kelimeler tam böyle değildi belki, ama anlatılan buydu.
Dikmen sırtlarındaki bu bağlık, bahçelik bölgede yaşayan "zengin" Ermeniler neden bu bölgeden ayrılmıştı? Buralardan sıkılıp başka bir yerde yaşamaya mı karar vermişlerdi? Bağlarını bahçelerini, evlerini barklarını uygun fiyatlardan elden mi çıkarmışlardı? Yoksa durumları bozulmuş, ondan mı göç etmişlerdi?
Buna dair hiçbir şey söylenmiyordu elbette.
Bir devlet kurumunun tarihçesinde Ermenilerin başına nelerin geldiğinden söz edilmemesi doğal şüphesiz. "Düşmanla işbirliği yapıp bizi arkadan vuracaklardı diye bir bahane uydurduk, erkeklerini askere alıp amele taburlarında öldürdük, kadınları, çoluğu çocuğu tehcir ediyoruz diye yollarda katlettik, mallarına mülklerine el koyup canımızın istediği gibi kullandık" demelerini beklemek abesle iştigal olur.
Ama bu gerçekleri dile getirmesini beklediğimiz başkaları da var.
Prof. Dr. Sevgi Aktüre'yi tanımıyor olmam, şüphesiz benim eksikliğim. Aktüre, ÖDTÜ Mimarlık Fakültesi öğretim üyesiymiş. Anladığım kadarıyla üniversiteden emekli olmuş.
Aktüre, Aralık 1998'de "1830'dan 1930'a Ankara'da Günlük Yaşam" konulu bir bildiri sunmuş. Bu bildiri ODTÜ, Ankaralılar Vakfı, AEV, ASO tarafından yayınlanan, Yıldırım Yavuz tarafından derlenen "Tarih İçinde Ankara II" kitabında yer alıyor. 2001 yılında Ankara'da basılmış.
Aktüre'nin bildirisinde, aşağıdaki pasaj yer alıyor: "Kent halkı her yıl Paşa'ya hediye olarak 150.000 kuruş yollamakta, bunun büyük bir kısmı Hıristiyan halktan toplanmaktaydı. Hıristiyanlar ayrıca her yıl 25.000 kuruş şarap vergisi ödüyordu. Çok yoksul olan Yahudi'lerin dışında zengin Ermeni ve Rumların, kenti çevreleyen tepelerde bağ evleri vardı. Bunlardan bir örnek ise Çankaya'daki "Kasapyan Bağ Evi"dir. Tiftik tüccarı Kasapyan tarafından yaptırılan bu bağ evi, sahibinin savaş sırasında kenti terk etmesiyle eşyalarıyla birlikte Ankara'nın tanınmış ailelerinden Bulgurluzade'lere kalmıştı. Atatürk'ün bir at gezintisi sırasında görüp beğendiği bu bağ evi, Bulgurluzade Tevfik Efendi'den satın alınarak Türk Silahlı Kuvvetleri'ne bağışlandı. Bağ evi 1923 yılından sonra Cumhurbaşkanlığı Çankaya Köşkü'ne dönüştürülmüştür."
Bu kısa ama bir o kadar da anlamlı pasaj, insanın aklına çok fazla soru getiriyor. Savaşın hiç uğramamış olduğu Ankara'da, Kasapyan evini hem de eşyalarıyla birlikte neden terk etmişti ki? Diyelim ki Kasapyan bir şekilde Ankara'yı terk etmişti, evi nasıl olup da eşyalarıyla birlikte Bulgurluzadelere kalmıştı? Ayrıca "kalmıştı" kavramının hukuki karşılığı ne oluyor acaba? Kasapyan, evini ve eşyalarını Bulgurluzade Tevfik Efendi'ye miras mı bırakmıştı? Satmış mıydı? Hediye mi etmişti?
Bu konuda açıklayıcı tek bir kelime bile yok. Oysa Atatürk bağ evini görüp beğendiğinde evin Bulgurluzadelerden satın alındığı ve TSK'ya bağışlandığı net bir şekilde ifade ediliyor.
Oysa biz Kasapyan'ın bağ evini hiç kimseye satmamış olduğunu biliyoruz. Kasapyan ailesinin Kanada'da yaşayan fertlerinden Edward J. Çuhacı'nın Agos gazetesinde yayınlanan mektubu, durumu olanca çıplaklığıyla ortaya koyuyor: "“Annemin kızlık ismi: Roz Kasapyan. Doğum yeri: Ankara 1896-2001. Babasının (yani dedemin) ismi Ohannes Kasapyan. Doğum yeri: Ankara 1857-1944. Çankaya köşkünü Kasapyan Ailesi hiçbir kimseye satmamıştır. Devrin hükümeti yalnız o köşkü değil, bütün mallarını ve mülklerini ellerinden alıp Ağustos 1915 yılında tüm aileyi sürgüne sevk etmişlerdir. Benim babam (Ankara doğumlu 1887-1930) o tarihlerde ecnebi bir şirketin sahibi olduğu demiryolunda çalışması vesilesiyle tüm aileyi Ankara’dan (Konya yoluyla) İstanbul’a kaçırmıştır.”
Yani, Kasapyan'ın Ankara'yı "terk etme" öyküsü, bir soykırım öyküsüdür. Diğer Ermeniler gibi Kasapyan'ın da taşınır taşınmaz malları gasp edilmiş, yerel Müslüman eşrafa dağıtılmış, kendisi de ailesiyle birlikte tehcir adı altında ölüme mahkûm edilmişti. Kurtulmaları talihin bir cilvesiydi, hepsi bu kadar.
Aktüre bütün bunlardan hiç söz etmiyor. Sanki "Ermeni meselesi" hiç var olmamış gibi, sanki Kasapyan Ankara'yı öylesine, evini eşyalarıyla birlikte geride bırakarak terk etmiş gibi davranıyor. Görmezden, duymazdan, bilmezden davranıyor.
Ben, Orta Doğu Teknik Üniversitesi'nde öğretim görevlisi bir profesör olan Aktüre'den daha farklı davranmasını beklerdim. Yazısında gözden kaçması mümkün olmayan çarpıklığı görmezden gelmemesini isterdim. Bir bilim insanına, toplumun bir aydınına yakışır şekilde davranmasını arzulardım.
Jean-Paul Sartre, ister eylem alanında ister yazı masasında olsun, esasta aydını aydın yapan niteliğin, yaşadığı zamanın dünyasına sırt çevirmeyen, bu dönemin gerçekliklerinden ve çelişkilerinden kaçınmayan, aksine tutumunu ve eylemini bu gerçeklikler ve çıkmazlardan hareketle oluşturup belirleyen tavır olduğunu anlatıyor.
Bugün Türkiye adı verilen topraklarda bilim insanlarının aydın tavrı göstermesi, öyle görünüyor ki, vicdanlarını ve eylemlerini kıskıvrak bağlayan Ermeni soykırımıyla her alanda yüzleşmeyi sağlamaktan geçiyor.
Atilla Dirim