Önce bilinenden başlayayım, her halk ve ulus gibi Kürt halkının da kendi kaderini tayin hakkı vardır. Bu, Kürtlere birileri tarafından bahşedilen, verilen bir şey değildir.
Her halk ve ulus gibi Kürtlerin kendilerini tanımlama hakları vardır. Yani birilerinin tanımına ihtiyacı yoktur, nasıl Türk’ün yoksa, nasıl ki bir Rus’un, İngiliz’in veya başka bir halkın yoksa, Kürt halkının da başkasının kendi üzerinde yapacağı böyle bir tanıma ihtiyacı yoktur. Birilerinin birilerini tanımladığı, birilerinin birileri hakkında tasarrufta bulunduğu bir dünya demokrasinin, özgürleşmenin veya demokratik bireylerin yetiştiği bir dünya olamaz. Bu, olsa olsa ancak sorunların daha bir ağırlaştığı, çözümsüzlüğün giderek katmerleştiği ve halklar arasında kardeşleşmenin değil, güvensizliğin giderek artığı bir dünya olabilir.
Kürtlerin kendileri hakkında yapacakları tanım veya kendi ulusal kaderlerini farklı bir biçimde tayin etme hakları, hoşumuza gitmeyebilir veya inandığımız fikirlere aykırı şeylerde olabilir; fakat gelişmiş ve ayakları üzerinde duran bir uygarlık yaratabilmemizin en önemli kıstası bizden olmayanlara saygı duymak, hoşgörü ile yaklaşmaktır. Günümüzden örnek vermek gerekirse, ana akım medya veya siyasal iktidar Kürtlerin nasıl davranması, nasıl yaşaması, kime saygı gösterip kime karşı cephe alması gerekir noktasında kendi propaganda araçları üzerinden sürekli Kürtlere ajitasyon çekmekte, Kürtlerin ödevlerini hatırlatmaktadır. Tabii hâl böyle olunca, yani ayakları üzerinde duran ve geçmişin sorunlarını günümüze taşıyan TC yönetici sınıfı, kaygan bir zeminde sürekli patinaj yapmakta; ne bu sorun çözülmekte, ne de bu topraklar ve topraklar üzerinde yaşayan insanlar tarihsel olarak bir sıçrama yapıp ilerleyebilmekte, yani benim oğlum bina okur, döner durur yine okur durumu söz konusu olmakta.
Türkiye’deki yönetici sınıfın iktidarı kimse ile paylaşmamaktaki ısrarı, tarihsel olarak TC yönetici sınıfının az gelişmişliği ile alakalı bir durumdur. Kısaca ifade etmek gerekirse, geçmişte 158 kişi ile kurulan bu Cumhuriyet, toplumun bütününü ilgilendiren kararların alınması noktasında tıpkı geçmişteki gibi yine azınlık egemen bir kesimin verdiği kararlar doğrultusunda ilerlemekte, iktidar üzerinde talebi bulunan kesimler siyasetler dışlanmaktadır. Siyasal iktidar, iktidar bloğunu modern toplumsal sınıflar ve kesimler ile doldurmaktan özellikle kaçınırken, bunun yerine prekapitalist toplum düzeninin bileşeni olan, modernite öncesi veya bürokratik deneyimi ve tecrübesi olmayan toplum kesimlerini tercih ederek bunlar ile doldurmaktadır. Cemaatler, din adamları, imamlar, mafya vs. bu saydığım bileşenler son dönemde devlet kademesinde daha bir görünür olmaya başlayarak devletin karar alma mekanizmalarında, gündelik yaşamda söz sahibi olmaya başlamışlardır.
Devletin veya siyasal iktidarın bu kesimleri en tepeye yerleştirme çabası, esasında siyasal iktidar açısından bir çaresizliğin ve tükenmişliğin dışavurumu, kendini olumsuz anlamda ele vermesidir. İktidarının sallantıya girdiğini hisseden siyasal iktidar, ortaya çıkan bu korku nedeni ile iktidarını daha bir sertleştirmekte, iktidarda kalıcı olabilmek için kendi çıkarı doğrultusunda işine yarayan kesimleri yanına çekmektedir. Özellikle, Kürtlerin Ortadoğu sahasında son dönemdeki genişlemeleri, hatırı sayılır politik bir güç olarak Ortadoğu’da sahneye çıkmaları ve bu genişlemenin, dalganın Türkiye’yi de içine alma kaygısı ve korkusu, siyasal iktidarın ülke içinde bu kadar sertleşmesinin nedenlerinden biridir diyebiliriz.
Ortadoğu’da Kürt sorununun bölgesel bir sorun olmaktan çıkıp uluslararası siyasetin de bir gündemi olması, yani Kürt halkının giderek kendini daha görünür bir şekilde tanımlaması, TC'deki yönetici sınıfın Kürtler üzerindeki tanımını boşa çıkarmakta, önemini ve değerini gün geçtikçe azaltmaktadır. Yazının başlığında da ifade ettiğim gibi bırakalım artık Kürtler kendilerini kendileri tanımlasınlar.
Mehmet Can