Geçtiğimiz günlerde Çevre ve Şehircilik Bakanlığı doğal sit alanlarını kullanıma açan önemli bir değişikliğe imza attı.
Evet, yanlış duymadınız. Normal bir ülkede, içinde çevre kelimesi geçen bir bakanlığının görevi doğal sit alanlarını kullanıma açmak değil korumak olmalıdır. Ancak hepimizin bildiği gibi normal bir ülkede yaşamadığımızın tek ispatı da bu mesele değildir. Çevre Etkileşim Değerlendirme (ÇED) sürecinin ve denetimlerin baraj projelerinde işleri yokuşa sürüp uzattığından şikayet ederken, Düzce Uğursuyu Göleti projesi için “Bunu bir gölet gibi yapıp sonra baraja dönüştüreceğiz. Proje baraj olarak hazırlandığında 7 yıl su ölçümü, 2 yıl planlaması 1 yıl projesi 10 yılda başlıyor. Ama gölet olunca benim bir imzamla iş bitiyor” diyen Veysel Eroğlu da aynı bakanlığın bakanıdır. Dolayısıyla bakanı böyle konuşan bir bakanlıktan ne doğaya, ne de topluma bir fayda gelmeyeceği aşikârdır. Aman yeter ki zarar gelmesin!
Yeni “koruma” tanımları
Önceden birinci derece sit alanı, bilimsel çalışma dışında korunması gereken alanları; ikinci derece sit, turizm ve hizmete yönelik yapılar dışında yapılaşmaya izin verilmeyen alanları; ve üçüncü derece sit yörenin ihtiyacına göre konut kullanımına da açılabilecek alanları tanımlıyordu. Şimdi de üç düzey söz konusu. Ancak isimleri ve içeriklerinde farklılıklar var. İlki “Kesin Korunacak Alanlar” adı altında kategorize edilen alanlar. Bunlara daha önceden olduğu gibi bilimsel araştırma dışında hiçbir şekilde girişe izin verilmiyor. İkinci düzey olan “Nitelikli Doğal Koruma Alanları” ise doğal yapısı değişmemiş veya az değişmiş, insan faaliyetlerinden etkilenmemiş, doğal hayata dayalı geleneksel yaşam şekillerinin korunduğu alanlar olarak tanımlanıyor. Üçüncü kategori yani “Sürdürülebilir Koruma ve Kontrollü Kullanım Alanı” ise kesin korunacak ve nitelikli koruma alanlarını etkileyen ve bu alanlarla bütünlük sağlayan yerler şeklinde tanımlanıyor. Bunlarda düşük yoğunluklu turizm tesislerine izin veriliyor.
Korumakla değil kullanmakla meşgul bir kurum
Tabiat Varlıklarını Koruma Genel Müdürü Kemalettin Cengiz Tekinsoy’un sözleri ise geleceğimizin garantisi doğa miraslarımızı kimlerin ellerine teslim ettiğimizi gösterir nitelikte: “Zaman içinde kimi doğal sit olma özelliğini kaybetmiş, orman alanıysa yanmış, iklimsel etkilerden dolayı kurumuş, bitki örtüsü ortadan kalkmış. Sadece ağaçlar, çalılar değil orada yaşayan canlılar da yok olmuş. Doğal sit alanı ile ilgisi kalmamış. Kimi yerde yanlışlıkla sit ilan edilmiş. Örneğin Muğla ilinin %96’sı sit alanı. Bu derecelenme ve tescilin gözden geçirilmesi gerekiyordu. Örneğin, Tuz Gölü ve Beyşehir Gölü birinci derece koruma alanı. Zaman içinde çeşitli nedenlerle göl kurumuş, sınırları geriye çekilmiş”.
Çekilen gölün sınırlarını daraltırsanız, o gölü en kısa zamanda zaten kaybedersiniz. Bu sorunlu alanların rehabilite edilmesi gerekirken alelacele yapılaşmaya açılması cinayete yardım etmekten başka anlama gelmez. Nitekim eskiden sit alanı olan yerlerin bu yeni değerlendirmeye tabi tutulmasının ardından bazıları tamamen koruma kapsamı dışına atılırken, bazılarınınsa koruma derecesinde değişiklik yapıldı.
Tüm bu yeniden değerlendirmenin koruma-kullanma dengesini gözetmek için yapıldığını iddia eden Tekinsoy şöyle devam ediyor: “İlk kategoride yapı yok, ikincide (Nitelikli doğal koruma alanında) geleneksel köy evinin tamiratına izin verilecek, örneğin ahşaptan teras yapılabilir. Üçüncü kategoride ise sürdürülebilir alanlar kriteri var. Burada çok düşük yoğunluklu turizm tesisi ve konut yapılabilecek. Örneğin, bir turizmci 5 bin m2 bir arsa elde etmişse, buraya 0,30 yoğunluk verilecek. Ama büyük bir tesis yapmak istiyorsa ve elinde 30 bin metrekarenin üzerinde arsa varsa o zaman yoğunluk artışı sağlanacak. Bu da turizm sektörünün dar bir alanda boğulmaması için yapılıyor”.
Bu yapılara izin verilen yerler hızlı bir biçimde doğal olma vasfını yitirecektir. Bu kısır döngü zaten bir avuç olan doğal alanlarımızı hızla bitirecektir. Dar alanda boğulan ve her yönden taarruz altında olan turizm değil, doğal alanlardır. Koruma altındaki alanların 2,5 milyon hektar olduğunu hatırlatalım. Bu, Türkiye’nin topraklarının yalnızca %3’ünü oluşturuyor. Bu sinekten yağ çıkarmak değil de nedir? Ayrıca turizm sektörü esas doğal güzelliği kalmamış bir ülkede boğulmaz mı?
Ne yapılmalı?
Topraklarımız sayısı binleri aşan HES projesi; 80 adet yeni kömürlü termik santral projesi; sayısız maden, kömür ve taş ocağı; yol, köprü, AVM, liman ve rezidans gibi projelerle paramparça edilmiş, altı üstüne getirilmiş durumda. İlk etapta geriye kalan %3’ü bile korumayacak bu yeni düzenlemenin derhal yürürlükten kaldırılması gerekiyor. Sonraki etapta ise %3’ün dışında korunması gereken alanların da ivedilikle tespit edilmesi ve bu oranın yükseltilmesi gerekiyor. Unutmayalım ki dünya topraklarının %15’i korunuyor. Eğer zamanında önlem alınmış olsaydı son kırk yılda Marmara Denizi büyüklüğündeki sulak alanlarımızı kaybetmemiş olurduk.
Akgün İlhan