Fazla söze gerek yok tabii, ama yine de biraz tarif etmek iyi geliyor: bir sene içinde, HDP’nin Ermeni soykırımı konusunda kaçak oynamasına kızdığımız günlerden; savaşın, üstelik uluslararası askeri rekabete eklemlenerek kaldığı yerden devam ettiği, Mehmet Ağar’ın demokrasi anlattığı, milletvekillerimizin tutuklandığı, tutuklu milletvekiliyle görüştüğü için örtülü casusluk suçlamalarıyla gözaltına alınan Levent Pişkin’in tutuksuz yargılanacak olmasına sevindiğimiz günlere geldik.
Kahramanca sokağa çıkarak askeri darbenin gerçekleşmesini engelleyen kitlelerin iradesi, “darbe, terör, millet” kavramlarının birbiri içinde eridiği berbat bir resmi anlatı ile soğuruluyor, -kabul etmek lazım ki ressamlığa kıyasla daha dişine göre bir emeklilik hobisi seçen- İlker Başbuğ tiyatro oyunu yazıyor, 12 Eylül'den kalma, fiilen sıkıyönetim yasası gibi işleyen bir OHAL yasası sayesinde tüm kamu sektörü KHK’larla çorap çekmecesi gibi iktidarın ihtiyaçlarına göre yeniden düzenleniyor.
Yukarıda minnacık bir kısmını özetlemeye çalıştığım ortamda, bir şeylerin çok temelden değişmesi gerektiği duygusu, değişimin tarifi farklı yapılsa da, neredeyse herkesin sahip olduğu bir duygu. Tabii, Türkiye’nin koşullarının hem tarihsel hem konjonktürel olarak özel bir karakteri olsa da, bu duygunun buraya özgü olmadığını da eklemek gerekir sanırım.
Bu beklentiye “laiklik ve demokrasi” ile cevap vermeye çalışan siyasetler olması da Türkiye’de şaşırtıcı değil elbette. Amacımın bu siyasetlere cevap vermek olmadığını en baştan belirteyim. Zira bu eğilim cevap verip vazgeçirerek değil, ancak kimsenin o yöne dönüp bakmayacağı bir siyasi alternatif üreterek sönümlenecek. O vakte kadar her çelişkiyi din ile izah etmeye çalışan karikatürler görmeye devam edeceğiz.
Fakat, örneğin tecavüzcülere af sağlayabilecek ve hatta çocuk yaşta tecavüze uğrayan kadınları tecavüzcüleri ile evlenmek zorunda bırakabilecek bir yasa teklifinin yarattığı infiale “İslam’da caizdir” diye cevap verilebildiği bir ortamda, bir sekülerlik sorunu gören ve laiklik anlatanlara kötünün iyisi olarak bakabilen pek çok insanla, laiklik diskurunun neden gerçekte çözüm önermediğini tartışmayı önemli buluyorum.
Önce bir şeyi netleştirmekte fayda var: evet, dinin nasıl düzenlendiği veya örgütlendiği tamamen sosyal alana bırakılmalıdır. Devlet, din ve genel olarak değerlere nüfuz etmekten men edilmelidir. Çünkü dini veya ahlaki değerler çürütülebilir şeyler değildir, akla değil vicdana hitap ederler. Bunlar üzerine bir tartışma olsa bile, inancın dışında kalanlar kategorik olarak tartışmanın öznesi olmaktan da mahrum kalırlar. Devlet gibi bir gücün bunlar üzerinde tasarruf sahibi olması mutlaka adaletsizlik ve başat olanın dışındaki ahlak biçimleri üzerinde baskı üretir.
Laiklik topluma veya kişilere değil devlete yüklenen bir sorumluluktur. Başka bir deyişle laik bir ülke olamaz, laik bir devlet olabilir.
Yani ideal olarak laiklik denilince kastedilen “dinin çağdışılığıyla” veya insanların inancıyla değil, devletin güç alanını, inanan inanmayan herkesin vicdani özgürlüklerini eşit şekilde korumak adına daraltmakla ilgilidir.
Türkiye’de ise, nasıl cumhuriyet bir yönetim biçiminin değil kurucu rejimin adıysa (Star Wars’taki ‘republic’ gibi), laiklik de devlete ait bir sorumluluğu değil, bir T.C. vatandaşından beklenen yaşam tarzını ve ontolojiyi ifade eder (kusursuz bir tarif için, Mediha Şen Sancaklıoğlu’na ait, ‘aydın bir Türk kadınıyım’ şarkısına bakılabilir). Kuruluş döneminden itibaren Diyanet Başkanlığı olan bir devletin herhangi bir dönemde laik olmuşluğundan bahsetmek mümkün değildir. T.C., laik olmak bir kenara dursun, kendi modernize ve milliyetçi Sünni İslam yorumunun baskıcı bir uygulayıcısıdır.
Ayrıca laiklik geniş anlamıyla sekülerlik manasına gelmez, spesifik olarak Fransa devletinin din ve devlet arasındaki ilişkiyi tanımlama biçimidir. Din haricinde, militarizm ve milliyetçilik gibi yine ancak müzakere edilemez değerler üzerinde var olabilen alanları kapsamaz. Bilakis, modern milliyetçilik ve laiklik aynı kaynaktan çıkmıştır ve tümüyle devletin denetimindedir.
Laikçi retorik, her ne kadar dinin baskı alanını daraltmaktan bahsetse de, esasen hem Fransa hem Türkiye örneğinde eski devletin kurumlarının nüfuzuna engel olmak için üretilmiştir. Yani esasen yurttaşları değil, devleti korumak içindir. Fransa’da buna rağmen eski devletin hiç hortlamayacak hâle gelmesi neredeyse 100 sene almıştır, T.C. ise bundan ders almış olduğundan olacak ki, kendi Osmanlıcılığını veya restorasyonunu da kendisi yapar.
Bir noktayı özellikle vurgulamak istiyorum, devletin tüm kimliklere eşit mesafede durabilme ihtimalinden bahsedebilmemiz için, yalnız dini değil, tüm ahlaki değerlerden elini çekmeye zorlanması gerekir. “Atatürkçü giyim kuşam”, “Türk ulusuna yaraşır biçim” veya “ülkemiz aleyhinde lobi faaliyetlerine destek sağlama”nın suç unsuru olabilmesi ile; tüm toplumu ilgilendiren yakıcı bir meselenin “İslami adetler” ile gerekçelendirilmesi arasında sekülerlik açısından herhangi bir fark yoktur. Türk milliyetçiliği kokan anayasa ile İslami anayasa arasında da keza öyle. Laiklik ise bu ayrımla ilgilenmez.
Belki daha da önemlisi, laiklik bizim olmasını istediğimiz şeye de dönüşemez. Tüm kurumlarıyla Türk ve Sünni olmayan herkese devamlı hâd bildiren, geri kalanının dinini nasıl yaşayacağını bakanlık eliyle denetleyip düzenleyen bu devletin anayasasında, 90 küsur yıldır laik bir devlet olduğu yazıyor zaten. Bu durumda laiklik istiyoruz demenin, -laiklik bizim istediğimiz şey olsaydı bile, hiçbir siyasi karşılığı olamaz.
Tabii “’demokratik bir hukuk devletidir’ de yazıyor, demokrasi de mi istemeyelim?” diye sorulabilir, “milli demokratik” yazdığının altını çizmekte fayda var. T.C.’nin, kavramları devletin tekeline almak ve tartışılamaz hâle getirmek için biçimsizleştirmesine çok güzel bir örnek. Altı milyon insanın seçtiği vekilleri yaka paça tutuklayıp “Evet demokrasi var ama bölücülük başka” diyebilme zorbalığının hukuki dayanağı.
Ve laiklik, bu ülkede yaşayan milyonlarca insan için devletin darbelerle restore edilen kurucu ideolojisinin bir silahından veya dinini resmi yorumdaki gibi gizli yaşamayan insanlar tüm kamusal alandan dışlandığı için, AKP gelene kadar hiç var olmadıklarının zannedildiği bir dünyadan başka hiçbir anlama gelmiyor.
Demokrasi talebi zaten her türlü ahlaki değerin devletin elinde yenilmez bir silaha dönüşmesine karşı durmayı kapsar. Buna laikliği eklemek, aynen diğerleri gibi devletin tekelinde bir ahlaki değere dönüşmüş olan laiklik sopasıyla ezilen herkese “sizin bizim siyasetimizde yeriniz yok” demekten başka hiçbir anlama gelmez.
Deniz Güngören