Cevabı içinde kayıtlı gayet klişe bir sorudur: “Savaşı kim ister ki?”
Klişe sorunun cevabı da klişedir: “Tabii kimse istemez ama...”
Kimsenin istemediği savaşlar için bol miktarda “ama”lar vardır ve dünyanın dört bir köşesinde insanlar “istemeye istemeye” ama çatır çatır savaşırlar. Çokbilmiş ihtiyarlar cepheye gencecik evlatlarını yollarlar.
Her seferinde çok haklı sebepler vardır; hatta birden çok sebep... Yüzyıllık haksızlığı gidermek için, kırılan onurumuzu kurtarmak için, çıkarlarımızı korumak için, komünizme, İslamcı tehlikeye karşı savaşmak için, sınır güvenliğimizi sağlamak için, kimyasal silahları yok etmek için...
Savaşı zaten başka türlü yapamazsınız. Önce savaşacak orduda ölecek insanları ve onları uğurlayacak insanları ikna etmek; bunun için de çok iyi “piar” kampanyası yürütmek gerekir.
Savaşa karar verenler kendilerinden ve verdikleri karardan emindirler. Ama karşı taraflarda da kendilerinden çok emin olan benzer karar alıcılar vardır. Ve bunların kararları sonucunda ortaya çıkan durum, hiçbirinin tam olarak öngöremeyeceği bir karmaşadır.
Bu durumla savaştıktan sonra yüzleşmek çok anlamlı değildir. Her şey için çok geçtir. Kendilerinden bu kadar çok emin olanların ürettikleri bilgi-iktidar-söylem türü ile savaştan önce yüzleşmek daha anlamlıdır; belki de bu emin efendiler o kadar da haklı olmayabilirler diye sorgulamakta fayda olabilir.
Darbelerle de benzer bir mantıkla yüzleşmek gerekir; hem de hepsiyle... “27 Mayıs iyiydi ama 12 Mart kötüydü” demek demokratik ahlak eksikliğidir. Yüzlerce insanın canına kıyan 15 Temmuz darbe girişimi üzerine adeta yeni bir tarih ve cumhuriyet kurulurken, 12 Eylül darbesinin başı Kenan Evren’in adının hâlâ İstanbul’da bir kışlanın kapısında yaşıyor olması demokrasi-darbe ikileminde çok da edepli bir durum değildir. Üstelik 2011’den itibaren onlarca kışlanın ismi değiştirilirken, darbeci ömrünü huzur içinde geçirdikten sonra hasta yatağında yargılanıyormuş gibi yapılan Kenan efendinin hâlâ meşru bir insan gibi adınıyaşatmak; yani darbelerden işimize geleni reddedip, işimize geleni “favori” kabul etmek demokratik ahlâk seviyesi hakkında ipucu verir.
Devrimlerle de yüzleşmekte büyük yarar vardır. Devrimlerin yarattıkları sonuçları duymak istemeyen, sadece kendi favori devrimini, yapacağı devrimi kutsallaştıranların kendileriyle çok ciddi hesaplaşmaları çok hayırlı olabilir. Fransız devrimi, Sovyet devrimi, Kemalist devrim, İran devrimi, Kamboçya’nın Pol Pot devrimi, AKP devrimi gibi devrimlerin kimisini işimize geldiği için “cici” kabul edip, işimize gelmeyen “kaka” devrimlere “devrim” bile demeye tenezzül etmeyerek ancak cemaatimize “ideolojik özgüven” tazelemesi yaparız, o kadar...
Yüzleşecek isek, bütün bunların hepsiyle yüzleşmek gerekir...
Çünkü her halükarda savaş, darbe ve devrim gibi insanları seferber eden, ideolojik kontrol altına alan bu büyük lâf kümelerinin (hadi “söylem” diyelim biraz daha nazik olsun) hepsi sadece ve sadece bir “inanma” meselesinden başka bir şey değil.
Tonla kurgu (ulus, serbest piyasa, ilerleme, kalkınma...) üzerine kurulu olan dünya belki “yalan dünya” değil ama sonsuz tekniklerle “yalana inandırılabildiğimiz” bir dünyada yaşıyoruz. Hayatımızı kuşatan devlet, medya, okullar, reklamlar, teknolojiler, partiler, şirketler ve bunların etrafında şekillenen her türlü zihniyet bizi bu yalanlara ve büyülü masallara “inanmaya” çağırıyor.
Ve inanacak çok şey var; insanları inandırmak için korkunç bir savaş sürüyor. Ahlaksızlaşabilen bir savaş... Bu yüzden ruhumuz da krizde...
Sonuç olarak, muktedirleri, “üst akılları” edepli olmaya çağırmadan evvel, darbelere karşı çıkanların, devrim yaptığını düşünenlerin, devrimlerle toplumu ve hayatı değiştirmeye soyunanların “yalana karşı yalan” çarkından sıyrılmaları, hiç olmazsa ruhumuzu kurtarmak için bir başlangıç olabilir.
Ferhat Kentel
(Bas Haber)