Geçtiğimiz 28-30 Eylül tarihlerinde Muş’ta Alparslan Üniversitesi tarafından düzenlenen “Bölgesel Kalkınma Konferansı – Sosyal Kalkınma” başlıklı bir konferansa katıldım.
Gayet iyi düzenlenmiş, bu yönde bölge aktörlerinin angaje olduğu, geniş finansal desteğin sağlandığı, oldukça geniş katılımlı, yerelliğe özel bir önem atfeden ve zaman zaman hamaset fışkıran konuşmalar olsa da, umut veren bir konferans oldu.
Kuşkusuz yerellik konusunda dünyada çok uzun zamandır; Türkiye’de de uzun bir zamandır epey teorik çalışma ve pratik çaba ortaya çıktı. Hantal ve merkezi ulus-devletlerin kibri yerine, sorunlara çözüm üretmeye çalışan, yerel düzeyde kamu idaresini, belediyeleri, sivil toplum kuruluşlarını bir araya getirmeye çalışan inisiyatiflerin ürettiği olumlu örnekler giderek artıyor.
Ancak sözünü ettiğim konferansta da görüldüğü gibi, “hadi yerel düşünelim!” dendiği anda, yerel düşünmek kolaylıkla gerçekleşmiyor.
Her şeyden evvel, gerek yerel aktörlerde, gerek akademik camiada ve tabii beklenebileceği gibi, devlet bürokrasisi ile iç içe olan “uzmanlar” arasında, önemli denilebilecek sayıda insanın zihninde “kalkınma”, modernist zihniyetin türevi olmaktan başka bir anlam pek taşımıyor.
Pek çok “uzman”a göre, kalkınma demek, daha fazla fabrika, yol gibi yatırımlar, daha çok tarım ve sanayi ürünleri, daha çok istihdam demek. Bunlara bağlı olarak, bu uzmanlar nezdinde sihirli kelime ve yol gösterici kavram olarak “üretim” öne çıkıyor. Dolayısıyla bu üretimi maksimize etmek için de daha verimli, daha etkili, daha rasyonel, daha teknolojik bir organizasyonu sağlamak gerekiyor.
Başka bir ifadeyle, “yerel” düşünmeye çalışan çok sayıda uzman, kafalarındaki modernist ulus tasavvuru yerel düzeye yapıştırılabildiği ölçüde, “yerel kalkınma”nın da gerçekleşebileceğini düşünüyorlar ve her ne kadar konferans başlığında geçse de, “sosyal” kavramı ve içeriğindeki çeşitlilik göz ardı ediliyor.
Öte yandan, konferansın değişik oturumlarında, koridorlarında, çay-kahve molalarında da sık sık dile geldiği gibi, öncelikle söz konusu “kalkınma” kavramını da sorgulamak gerekiyor.
Kendi içinde “daha ileri” bir düzeye tekabül eden, dolayısıyla bir skala ya da hiyerarşi üzerinde düşünmeyi gerektiren, her halükârda daha “kalkınmış” ülkelere yetişmek, onlar gibi olmak anlamına gelen kalkınmayı sorguladığımız zaman ise, karşımıza gayet ideolojik bir kurgu ortaya çıkıyor.
Şunu hemen vurgulayalım: insan toplumlarının daha çok refah içinde yaşamak istemeleri gayet makuldür. Ancak sorun, bir hiyerarşi üzerinde tırmanmanın sorgusuz sualsiz “asıl” olana dönüşmesinde ortaya çıkıyor.
Modern kapitalist toplumlarda (ve tabii ki Türkiye’de) kalkınmacı retorik, acımasız bir kavganın “uysallaştırılmış” ve “kibarlaşmış” cilası olarak, aslında sadece bir ideolojiden başka bir anlam taşımıyor.
Modernist kalkınma ideolojisi, yani hep “daha ileriye” gitmeyi vaaz eden ideoloji altında, insanlar küresel ve ulusal düzeylerde olduğu gibi, yerel düzeyde de “yarışmacı” bir mantığın içine düşüyorlar. Bu nedenle, Türkiye gibi ülkelerde gerilim dolu ilişkiler içinde, güce tapmanın çok çeşitli versiyonlarına şahit oluyoruz.
Doğaya, toprağa “şükran” duygusunun bittiği bir zaman içinde, doğa gibi, insanlar da kolaylıkla ekilip, biçilebilir, ürün elde edilebilir malzemeye ya da kaynağa dönüşüyor.
Oysa insanların mütevazı dilleri, evleri, kültürleri, geleneksel ürünleri, tohumları ve tatları var. Ve bu çeşitlilik hiçbir toptan “kalkınmacı”, modernist, ulus-devlet mantığını yeniden üreten kibirli ve“kutsal” modellerle heba edilmeyecek kadar “saygıdeğer” bir içeriğe sahip.
İşte yerel ölçekte, insana, yaşadığı çevreye ve her ikisi arasındaki mütevazı ilişkiye saygı duyan bir zihniyet, hamaset içinde devletleşerek, cemaatleşerek birbirini yiyen bir toplumu da bir ihtimal “iyileştirebilir” gibi görünüyor.
Ferhat Kentel
(Bas Haber)