9 Aralık'ta Sol parti (Die Linke) milletvekilleri tarafından cevaplandırılması talebiyle Almanya hükümetine Ermeni soykırımıyla ilgili bir soru önergesi verildi. Hükümet, soru önergesini 23 Ocak'ta "bunlar tarihçilere bırakılması gereken meselelerdir" anlamına gelen ifadelerle cevaplandırdı.
Bu şaşırtıcı bir durum değil, çünkü Ermeni soykırımı esnasında İttihat ve Terakki Hükümeti'nin "silah arkadaşı" olan Almanya İmparatorluğu, aslında dünün ve bugünün Alman sermayesi, suç ortaklığını sürdürmeye devam ediyor.
Soykırımda Almanya'nın rolü
Almanya hükümeti bugün "1915 olaylarının değerlendirmesi esas olarak Türkiye ve Ermenistan’a aittir" diyerek sorumluluğundan sıyrılmaya çalışıyor, ancak Almanya 19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren Osmanlı İmparatorluğu'nun en önemli müttefiki ve ekonomik partneri haline geldi. Deutsche Bank ve Alman sermayesinin çok sayıdaki şirketi, Osmanlı topraklarında başta demiryolu olmak üzere çok sayıda büyük projeyi gerçekleştirmeye başladı. Osmanlı ordusunun modernizasyonunun yanı sıra, eğitim işleri de tümüyle Almanya'ya devredildi. Kurmay Yarbay Von der Goltz, Osmanlı ordusunu Alman sistemine göre yeniden düzenledi.
Rakipleri olan İngiltere, Fransa ve Rusya'ya kıyasla çok az sömürgeye ve doğal kaynağa sahip olan Almanya için Osmanlı İmparatorluğu bir doğal müttefik teşkil ediyordu. Osmanlı topraklarında yeni gelişmeye başlayan Türk milliyetçiliği, Almanya sermayesi tarafından güçlü bir şekilde desteklendi. Türk/Müslüman/Sünni temelde kurulacak ve Bakû petrolleri de dahil olmak üzere, Orta Asya içlerine kadar uzanacak bir ulus-devlet üzerinden, Rusya'nın bol miktarda hammadde sağlayan geniş topraklarının ele geçirilmesi planlanıyordu. Almanya ile İttihat-Terakki yönetimindeki Osmanlı, bu planı hızla uygulamaya koydular. Kurulacak ulus-devletin önündeki engellerin, yani Anadolu Hıristiyanlığının ortadan kaldırılması için, Alman yayıncı Paul Rohrbach üzerinden 1913 yılında "tehcir" önerileri yapılmaya başlandı.
Osmanlı İmparatorluğu'nun Almanya ile birlikte Birinci Dünya Savaşı'na girmesi, General Liman von Sanders'le birlikte 800 subay ve 25.000 askerin Osmanlı topraklarına gelmesi sonucunu doğurdu. Bu subayların bir kısmı Ermeni soykırımının planlamasına ve uygulamasına katıldı, büyük kısmı yaşananların canlı görgü tanığı oldu. Osmanlı ordusunun Genelkurmay Başkanı olan General Fritz Bronsart von Schellendorf, Ermenilerin askeri zorunluluklardan kaynaklı olarak tehcir edilmesini, yani soykırımı doğrudan destekliyordu. Schellendorf, bu tutumunu savaştan sonra da sürdürecek, 1921 yılında Dışişleri Bakanlığı'na yazdığı bir mektupta şöyle diyecekti: "Ermeniler de aynı Yahudiler gibi, kendi vatanları dışında, yerleştikleri yabancı ülkenin halkının iliğinden beslenen asalaklardır. Ermeniler, her yıl kendi ülkelerinden Kürdistan'a göç ederek kısa sürede buradaki Kürt köylerini ele geçirirler ve kendi amaçları için kullanırlar. Gözden düşen Ermenilerin çoğu zaman ortaçağ dönemine benzer şekilde öldürülmesi esnasında sergilenen nefretin sebebi de işte budur."
Soykırım ve Alman sansürü
1915 yılında soykırımın başlamasıyla birlikte, Osmanlı topraklarında faaliyet gösteren çok sayıda misyoner, işadamı, yardım kuruluşları üyeleri olup bitenleri Almanya kamuoyuyla paylaşmaya çalıştılar, ancak Almanya hükümeti aldığı sert tedbirler ve uygulamaya koyduğu ağır sansürle bunu engellemeye çalıştı. Süreli ve süresiz yayınların yanı sıra, resmi ve gayrı resmi belgelerde bile Ermeni soykırımından söz edilmesi kesinlikle yasaklanmıştı.
İmparatorluğun "Resmi Sansür Kitabı"nda konuyla ilgili olarak iki ayrı talimatname yayınlandı. Bunlardan ilki, 7.10.1915 tarihliydi. Bir yandan Ermenilere uygulanan vahşeti itiraf ederken, öte yandan büyük bir soğukkanlılıkla uygulanacak politikayı ilan ediyordu: "Ermeni meselesinde yapılacak yayınlar ön sansüre tabidir […] Ermenilere uygulanan vahşet konusunda şu söylenmek durumundadır: Türkiye ile olan dostane ilişkilerimiz, Türkiye'nin idari konuları ilgilendiren bu iç meselesi nedeniyle tehlikeye atılamaz. Hatta tam tersine, ilişkilerimizin bu mevcut ve zor anlarda gözden geçirilmesi bahis konusu bile yapılamaz. Bu nedenle görevimiz şimdilik susmaktır. İleride, yabancı ülkelerden Almanya'nın da bu suça ortak olması nedeniyle doğrudan saldırılar gelecek olursa, konu büyük bir ihtiyat ve çekimserlikle ele alınmalı, ardından, Türklerin Ermeniler tarafından ağır tahrike maruz bırakıldıkları ifade edilmelidir."
Ardından, 23.12.1915 tarihinde, bir başka kararnamede de, soykırımın kerhen eleştirilmesine rağmen, sansüre devam edilmesi gerektiği vurgulanıyordu: "Ermeni meselesi hakkında susmak en doğru olanıdır. Türk egemenlerin bu konudaki tutumları pek de takdire şayan değildir! […] Türk müttefiklerimizin itibarını herhangi bir şekilde zedeleyebilecek her türlü açıklamadan kaçınmak gerekir. […] Ermeni meselesi hakkındaki makaleler, ön sansüre tabidir."
Liebknecht soykırım gerçeğini haykırıyor
Çok ağır koşullara rağmen, bir avuç insan Ermeni soykırımını kamuoyuna duyurmak için Almanya'da da mücadele ediyordu. Bunlardan biri, Alman devrimcisi Karl Liebknecht'di. Birinci Dünya Savaşı'nın başlamasından önce Almanya parlamentosunda savaş kredilerinin serbest bırakılması konusunda yapılan oylamada, Almanya Sosyal Demokrat Partisi (SPD) milletvekilleri arasında sadece Liebknecht işçi sınıfının uluslararası çıkarlarına ihanet etmeyi reddederek, savaş kredilerinin onaylanmasına hayır oyu vermişti.
Liebknecht, bu andan sonra, yoldaşı Rosa Luxemburg ve bir avuç devrimci milletvekiliyle birlikte, Almanya'nın işlediği savaş suçlarının hesabını sormaya başladı. Başta Belçika olmak üzere çok sayıda ülkede işlenen savaş suçlarıyla ilgili soru önergelerine, 11 Ocak 1916'da Ermeni soykırımıyla ilgili bir önerge eklendi: "Halen sürmekte olan savaş sırasında, Türk [Osmanlı] İmparatorluğu’nda Ermeni halkının yer ve yurtlarından sürülmüş ve yüz binlercesinin boğazlanmış olduğu, İmparatorluk Şansölyesi’nin bilgisi dahilinde midir? İmparatorluk Şansölyesi, bu vahşetin sorumlularına gereken cezaların verilmesi, Türkiye’de kalan Ermeni nüfusun durumunun insanlık onuruna yaraşır şekilde iyileştirilmesi ve bu gibi korkunç olayların bir daha tekrarlanmaması için, Türk [Osmanlı] Hükümeti nezdinde ne gibi adımlar atmıştır?"
Soru önergesini hükümet adına, Dışişleri Bakanlığı Siyasi Şube Müdürü Dr. von Stumm cevapladı: "Bâb-ı Âli'nin bir süre önce düşmanlarımızın isyan çıkarma girişimleri nedeniyle Ermeni nüfusu Türk [Osmanlı] İmparatorluğu'nun belirli bölgelerine göç ettirdiği ve bu yerlere iskânın sağlandığı, şansölye tarafından bilinmektedir. Bu tedbirlerin neden olduğu bazı etki ve sonuçlar nedeniyle, Alman ve Türk hükümetleri arasında görüş alışverişi halen sürmektedir. Bu konuda daha ayrıntılı bilgi verilmesi mümkün değildir."
Bunun üzerine Liebknecht bir ek soru sormaya çalıştı: "Profesör Lepsius'un Türkiye Ermenilerinin kökünün kazındığına dair söyledikleri hakkında Şansölye bilgi sahibi midir?"
Bu soru henüz tamamlanamadan başkan tarafından Liebknecht'in sözü kesildi; çok sayıda milletvekili de alkışlarla başkanı destekledi. Almanya parlamentosu, Ermeni soykırımını hakkında daha fazla konuşulmasını istemiyordu.
Liebknecht, bu konuya dair daha sonra şunları söyleyecekti: "Türk [Osmanlı] hükümeti Ermenilere yönelik olarak müthiş bir katliam gerçekleştirdi; bütün dünya bundan haberdar ve İstanbul'da Alman subayları hükümete kumanda ettikleri için, bütün dünya bundan Almanya'yı sorumlu tutuyor. Sadece Almanya'da bunu hiç kimse bilmiyor, çünkü basının eli kolu bağlanmış durumda."
Yüz yıl sonra: Irkçılık karşıtlarının ortak mücadelesi
Karl Liebknecht'in 1916'da yaptığını, bu kez de Almanya hükümetine cevaplandırılması için Ermeni soykırımı hakkında soru önergesi veren Sol Parti (Die Linke) milletvekilleri Ulla Jelpke, Christine Buchholz ve Sevim Dağdelen yaptı. Bu milletvekillerinin verdiği önergede, hükümete "Almanya hükümeti 1915/16 yıllarında Ermenilerin tehcir edilmesini ve sürülmesini 1948 BM Anlaşması uyarınca bir soykırım olarak görmekte midir? Soykırımın 100. yıldönümü için bir anma hazırlığı var mıdır?" sorularını yöneltti.
Alman hükümeti adına sorulara verilen cevap ise tam olarak 1916 Sansür Kitabı'nda verilen tavsiyelere uygun nitelikteydi. Hükümet, son derece ihtiyatlı ve çekimser cevabında "BM’nin 1948’de kabul edilen ve 1951’de yürürlüğe giren Soykırımın Engellenmesi ve Önlenmesi Anlaşması’nın Almanya’da 22 Şubat 1955‘de yürürlüğe girmiş olduğunu ve geçmişe dönük etkisi olmadığını" dile getirerek, "1915 olaylarının esas muhatabının Türkiye ile Ermenistan olduğunu, bu olayların açıklığa kavuşturulması için yapılan tüm çabaları takdirle karşılayacağını, ancak bunun tarihçilere bırakılması gereken bir mesele olduğunu" ifade etti.
Başka bir deyişle, Almanya hükümeti soykırıma soykırım demeyeceğini dile getirdi.
Aslında bunda anlaşılmayacak fazla bir şey yok. Almanya ve Türkiye egemenleri 100 yıllık "silah arkadaşlıklarını" bugün de sürdürüyorlar. Ermeni soykırımında "staj" yapan Alman subaylarının bir kısmı, ileride üst düzey Naziler olarak Yahudi soykırımını gerçekleştirdi. Hitler bile Polonya'ya saldırmadan önce subaylarını rahatlatmak için "Bugün Ermenileri kim hatırlıyor ki?" diye soruyordu.
Naziler, devasa savaş makinelerinin en önemli hammaddesi olan kromu, hem de inanılmaz miktarlarda Türkiye'den temin ettiler. İlerleyen yıllarda Almanya'nın silah üretiminin en önemli müşterilerinden biri TC ordusuydu. Başta Leopar tankları olmak üzere sayısız Alman silahının namlusu, özgürlük için ayağa kalkan Kürt halkına çevrildi.
Alman sermayesi ile Türk sermayesi arasındaki ilişki, güçlü bir şekilde varlığını sürdürdü. Öyle ki, İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra Almanya sermayesi ihtiyaç duyduğu işgücünü Türkiye'den temin etti. Milyonlarca Türkiyeli ve Kürdistanlı işçi kalıcı olarak Almanya'ya yerleşti. Bu durum, Alman halkı ile Türk ve Kürt işçiler arasında köklü bağların gelişmesine neden oldu.
Son aylarda Almanya'da yükselen Pegida ırkçılığı, on binlerce ırkçılık karşıtı tarafından "göçmen dostlarımız, bizi ırkçılarla baş başa bırakmayın" sloganlarıyla ezildi.
Ermeni soykırımının tanınmasını, maddi ve manevi tüm sonuçlarıyla birlikte ortadan kaldırılmasını sağlayacak olan ne parlamentolardır, ne komisyonlardır, ne de devlet başkanlarıdır. Bunu gerçekleştirecek olan yegane güç, vicdanlarının sesini dinleyerek ırkçılığa karşı evde, sokakta, işyerinde, bulundukları her yerde mücadele edecek olan sıradan insanlar olacaktır.
Ermeni soykırımının tanınmasını, kendisi de soykırımın bir kurbanı olan Hrant Dink'in cenazesine katılan yüz binlerle Almanya'da ırkçılığa karşı sokaklara dökülen yüz binlerin vereceği ortak mücadele sağlayacaktır.
Atilla Dirim