Zorunluluklar ve mecburi performanslar konusunda herkes birbirleriyle yarışıyor.
Herkes, gönüllü ya da gönülsüz, mecburiyetin farkında... Herkes bunları biliyor ve kimsenin ses çıkaramadığını herkes söylüyor.
Herkes fısıltıyla bir şeyler anlatıyor...
Mesela... Adam gazi... Güneydoğu’da yaralanmış. Yaralandığı dönemde bir sürü okul gazilerin çocuklarına kontenjan açmış. Adam, gayet beklenebileceği gibi, çocuğunu o dönemin “makbul ve güçlü hayırseverinin” okuluna, parasını da aynı süper cemaatin bankasına yatırmış. İllâ ki, “hocaefendiye” taptığı için değil; en tepedekiler de dahil, herkes zaten adeta bir mecburiyet gibi “hoca efendinin” ve teşkilatının ne kadar da “mükemmel” olduklarına inandıkları ve inandırdıkları için... Yani herkesin yaptığını yapmış...
İşte düne kadar “gazi” olduğu için yere göğe konamayan bu adam bugün işten atılmış... Çocuğu, düne kadar “pek mübarek Fethullah Gülen Hocaefendi” diye tabir edilen, bugün ise “FETÖ’nün okulu” olan okulda okuduğu ve parasını FETÖ’cü bankaya yatırdığı için...
İnsanlar çekinerek soruyorlar: “Bugün o gaziyi işten atanlar kendi çocuklarını o okullara göndermediler mi? Kendileri, söz konusu cemaatin liderine kalkan olup, onun hakkındaki eleştirilere adeta ‘günah’ gibi bakmadılar mı?
Öğretmenler üzerinde total kontrol sağlamak için, telefonları da dahil olmak üzere, nasıl her türlü teknolojinin kullanıldığı anlatılıyor mesela.
FETÖ’yle METÖ’yle alakası olmayan öğretmenin maaşına; bürokratın mal varlığına (mesela topu topu 1 araba!) nasıl el konduğunu anlatıyor herkes.
Fısıltıyla...
“Korkuyoruz” diyerek, “bir şey konuşamıyoruz ki”, “kimse kimseye güvenemiyor ki” diyerek...
Mesela fısıltıların yeraltı dünyasında, “15 Temmuz darbesinin arkasında gerçekten nelerin ve kimlerin olduğunu çok sonra anlayacağız” diyorlar.
“10 binlerce insan işten atılıyorsa, devletin tamamını ele geçirmiş bu paralel... Peki AKP içinde neden temizlik yapılmıyor? İktidarlarını şimdilik ve hâlâ FETÖ’cü milletvekilleri sayesinde mi koruyorlar?” diye soruyor insanlar... Fısıltıyla...
İşadamları arasında piyasada “yeni rekabet kuralları”ndan bahsediliyor. Eğer rekabet sorununuz varsa, artık yepyeni muhteşem bir silahınız var: ürünüyle rekabet edemediğiniz rakibinize çamur atmak en geçerli yol haline gelmiş durumda... İsterseniz “darbeci” deyin; isterseniz “FETÖ’cü”... Rakibinizin malları artık sizin uyduruk ve hileli mallarınız karşısında kolay kolay tutunamazlar...
Artık ahlakın öneminin kalmadığı anlatılıyor.
Mühim olanın “güç inşa etmek” olduğunu öğreniyor yeni nesiller... Büyüklerinden öğreniyorlar bunu...
İnsanların yakınları, sevdikleri, saygı duydukları insanlar gözaltına alınıyor; tutuklanıyor... Ve etraflarında bir anda kimse kalmıyor...
Bir-iki cesur istisna dışında müthiş bir sessizlik... Sadece kendisini “amatör savcı” ilan edenler ya da Amerikan yargıç Lynch’e özenenler tribünden bağırıyorlar: “Suçlu o, suçlu! Atın onu içeriye!” “Bir dakika ben o adamı tanırım; adam gibi adamdır; darbeci falan değildir!” demek bir cesaret meselesi haline geliyor.
İnsanlar bu yüzden fısıldıyorlar...
Sovyetler Birliği neden yıkıldı biliyor musunuz?
Sovyetler Birliği kocaman bir vitrindi... “Mış” gibi yapılan bir devletti. “Yüce Sovyet insanını”, “yüce liderleri” şişiren bir devlet ve ona derinden bağlanıyormuş ve inanıyormuş gibi yapan bir toplum...
Bu yüce Sovyet devleti muhaliflerine acımadı; onları sürdü, akıl hastanelerine, çalışma kamplarına kapattı; imha etti.
O “yüce” Sovyet insanı meydanlarda “yüce” Sovyet rejimine bağlılığını gösterirken, aslında çok korktu... Her şeyiyle takiye yaptı. Dinsiz gibi davrandı; dinini çaktırmadan yaşadı; yaşayabildiği kadar... Namaz kılmadı mesela; secde etmedi ama belki her gün yerden bir şey alıyormuş gibi beş kere eğildi, rükûya vardı.
Yüce değil belki ama sıradan Sovyet insanı fısıldayarak rejimde meşruiyet bırakmadı...
Ferhat Kentel
(Bas Haber)