15 Temmuz gecesi yaşanan darbe gişirimi ve başarısızlığı hızla ‘at izini it izine’ karıştırmaya neden olan bir koşulu yarattı. Pek çok soru soruluyor. Demokrasi ve özgürlüklerden yana olanların vereceği yanıtlar bu süreçte çok önemli.
Böyle darbe mi olur?
Peki nasıl olur? Darbe konusunda hiç fena deneyimi olmayan bir yerde yaşıyoruz. 60, 71, 80, 28 Şubat, 2007 e-muhtırası gibi bolca örneğimiz var. 28 Şubat’ta tankların Sincan’da gezmesi gibi 15 Temmuz gecesi de bir darbe girişimidir. Parlamento başta olmak üzere bir dizi kurum binası bombalanmış, tanklar sokaklara çıkmış, savaş uçakları İstanbul ve Ankara’nın tepesine çökmüş, yaklaşık 200 kişi ölmüş ve hala bunun oyundan ibaret olduğunu mu düşünüyoruz? Subaylar sırf Erdoğan’ın siyasi kariyeri için, başarısız olduklarında bu kadar aşağılanacakları ve ‘vatana ihanetle’ suçlanacakları bir süreci göze aldılar demek pek gerçekçi değil. Darbe başarıya ulaşsaydı şu an ‘mizansen’ yorumu yapanlar acaba ne diyor olacaklardı? 15 Temmuz gecesi yaşananlar yüzde 100 bir darbe girişimidir. Son derece planlı, harekete geçtikten sonra ordunun geri kalanını yanına çekeceğine ve toplumdaki Erdoğan karşıtlığından destek bulacağına güvenen, insanların üzerine ateş açmayı, tankla üzerinden geçmeyi, orayı burayı bombalamayı göze alacak kadar kanlı bir girişimdir.
Darbe girişiminin yenilmesinin ardından Erdoğan’ın süreci kendisi için siyasi bir kazanca çevirecek olması 15 Temmuz’da yaşananların ‘başkanlık ihtirası için tiyatro’ olduğu anlamına gelmiyor. Darbe yenildiği için Erdoğan’ın kazanım ve güç elde edecek olması darbecilerin yenilgisine üzüleceğimiz anlamına da gelmiyor. Erdoğan’ın barışı ve demokrasiyi çiğneyen her türlü politikasının karşısında mücadelemiz devam edecek, etmeli. İki kişiden birinin oyunu alan parti olarak AKP’nin bu süreçte politik hegemonya kurması, haliyle güçleri son derece dağınık olan ve AKP’ye oy veren işçilerle teması zayıf olan özgürlükçü soldan daha olası. Bizim için önemli olan bu dağınık güçleri toparlamak.
Erdoğan demokrasi kahramanı mı?
Erdoğan’a ve AKP hükümetine karşı darbe girişimi oldu. Seçilmiş hükümete karşı yapılan her türlü askeri müdahale yalnıştır. Koşulsuz karşısında olmalıyız. Bu elbette hükümetin anti demokratik, otoriter politikalarını sahipleneceğimiz, unutacağımız, affedeceğimiz, safça temiz bir sayfa açacağımız anlamına gelmiyor. Hırsızlığının üzerini örtmek için Ergenekoncularla anlaşan, çözüm masasını devirerek askerin gücünü toparlayacağı koşulları yaratan, binlerce Kürdün kanı eline bulaşan, HDP’li vekillerin dokunulmazlığını kaldıran, doğayı talan eden, kadınların bedenleriyle uğraşıp duran, eylem ve örgütlenme hakkımızı gasp eden, kiralık işçilik uygulamasıyla işçi sınıfının haklarını çiğneyen, darbe tehlikesini püskürttüğü anda idamı gündeme getiren bir hükümeti demokrasi mücadelesinin lideri ilan edecek değiliz.
Darbeyi kim engelledi?
AKP’ye oy veren insanların, oy verdikleri hükümete yönelik girişilen bir darbeye karşı sokağa çıkması gayet normal. Sokağa çıkma haklarını kullandılar, üstelik tankların önüne yattılar, askerlerin karşısına dikildiler, üzerlerine ateş açıldı. Onlarca sivil askerlerin üzerlerine açtığı ateş sonucunda öldü. Darbenin karşısında böyle bir mobilizasyon olmasaydı, muhtemelen 15 Temmuz başarısız bir darbe girişimi olarak tarihe geçmeyecekti. 1960’tan beri her 10 yılda bir darbelerin yaşanmasındaki en büyük etkenlerden biri cuntayı reddeden insanların sokakta tepki gösterememiş olması.
Sokaktakiler halk mı?
Sokağa çıkanlar hakkında özgürlükçü saflarda bir dizi soru dolaşıyor. Bazen bu sorular ne yazık ki toptan hükümlere, darbecilerin ve Erdoğan’ın üzerinde siyaset yapmaya çok alıştığı ve işlerine gelen kültürel kutuplaşmayı derinleştiren yorumlara varabiliyor. ‘Burası bizi öldürmek isteyenler ülkesi’ karamsarlığına çoktan kapılan ve bizler için mücadele olanaklarının hâlâ ayakta olduğunu göz ardı edenler için bu yorumları yapmak daha kolay hale geliyor. Parlamentonun bombalandığı, herkesin dehşet içinde mahallesinden geçen uçak seslerinden yerlere yattığı gecenin ardından en çok tartışılan şeyin “mehter marşı çalıyorlar, tekbir getiriyorlar, sela, idam istiyorlar” gibi tereddütlerin olması da bundan.
15 Temmuz gecesi ve sonrasında sokağa çıkanların yekpare bir blok, homojen bir kitle olduğunu düşünmek çok yanlış. Bütün kalabalığı kafa kesme arzusundaki cihatçılar olarak kodlamak tam da darbe karşıtı hareket üzerinde AKP’nin siyasi hegemonyasını pekiştiren bir yaklaşım. Kitlenin tamamını demokrasi ve özgürlüklerden yana olarak gören bir hayalciliğe kapılmamak gerektiği gibi ‘müslüman=cihatçı’ olarak kodlamak da yanlış. Türkiye’de AKP’ye oy vermiş olan iki kişiden biri ‘fırsatını bulsa hepimizi kesecek insan’ grubu değil. 7 Haziran’da AKP seçmeninin yüzde 10’unun o partiye oy vermediğini unutmayalım. 1 Kasım’da AKP’ye Erdoğan’ın yaydığı istikrarsızlık korkusu ile, Hüseyin Çelik’in ifadesiyle ‘içleri kahrede kahrede oy veren’ kalabalıklar da bugün darbeye karşı mobilizasyonun parçası. Üstelik ‘darbeye ve savaşa hayır, yaşasın barış’ diyenler de. 7 Haziran öncesi ‘metal fırtınaya’ imza atan işçiler veya darbe girişiminden henüz birkaç gün önce Zonguldak’ta hükümeti yuhalayarak ‘AKP şaşırma’ diye haykıran binlerce madenci de darbe tehlikesi söz konusu olduğunda AKP’nin eksenine katmayı başarabildiği kitleler.
Anlık kitlesel eylemler içinde farklı ve eşitsiz unsurlar barındırır. Gezi direnişi bu anlamda barış ve özgürlüklerden yana olanların hatırlayacağı örnekler barındırıyordu. ‘Mücadele içinde mücadeleyi’ elden bırakmamak gerektiğini o vakit çok güzel öğrenmiştik.
Bugün sokağa çıkıp kutlama yapanların siyasi liderliğini ne yazık ki sağ yapıyor. Böyle olunca da hareketin hakim söylemi Erdoğan’ın otoriterliğine pabuç bırakmayan ve tankların önünde durarak darbeyi püskürtme cesaretini başka konulara, barış ve demokrasi taleplerine evrilten bir hal almıyor.
Sorun AKP’lilerin sokağa çıkıyor olmasında değil, AKP’den bağımsız darbe karşıtı güçlerin bu kadar atıl kalmış olmasında. Sorun parlamentoda yer alma hakkını 7 Haziran ve 1 Kasım’da sandık başlarında can hıraş savunduğumuz HDP’li vekillerimizin de yer aldığı meclis bombalanırken sol kesimin içine düştüğü tereddüt, emek örgütlerini darbeye karşı sokakta harekete geçirememiş olmamız. Tıpkı dokunulmazlıklar kaldırılırken batıda kitlesel bir hareketi örgütleyemediğimiz gibi.
Ne yapacağız?
Keşke şu anda içinde ayrımcılık ve ırkçılık barındırmayan bir darbe karşıtı söylemin hakim olduğu mobilizasyon olsaydı. Bu yok diye mücadeleyi sağ söylemlerin alıp götürmesine teslim mi edeceğiz yoksa dağınık güçlerimizi birleştirip, işçi sınıfının örgütlü gücüyle, mücadele deneyimimizle, sendikalarla sürece müdahale mi edeceğiz, esas soru bu.
Bu noktada Türkiye’de bir anda sokağa çıkan kitle eylemi deneyiminin sınırlılığını da hatırlamak önemli. İşçi sınıfının örgütlülüğünün çok düşük olduğu, varolan sendikaların 7 ayrı konfederasyona bölündüğü, uzun süredir milliyetçi bir savaş ikliminin hakim olduğu ve barış-demokrasi sloganlarını öne çıkartacakların güçlerinin sınırlı koşullarda sokağa çıkanların ufku da bu kadar.
Ezcümle kendimizin seyirci değil aktör olduğunu hatırlayalım ve darbe karşıtı hareket içerisinde demokrasinin alanının sınırlanmasından hoşnut söylemleri geriletmenin bizim elimizde olduğunu fark edelim. Ergenekoncularla anlaşan, askeri her türlü suçtan koruyan yasaları yeniden getiren, Kürt illerinde aylardır süren katliamların sorumlusu iktidara karşı çözüm masasını yeniden kuracak ve barışı kazandıracak politikaları inşa etmenin yolu önce darbeye koşulsuz hayır demek, ‘ne o ne bu’ apolitikliğine taviz vermemek sonra da darbeye karşı çıkanları demokrasi mücadelesine kazanmak için kolları sıvamaktan geçiyor.
Meltem Oral