Uzun süredir kazan kaynıyordu. Suriyelilere dönük linç girişimlerinden, iftar çadırlarından kovulmalarına, evlerinin yakılmasından, turizme zarar verecek bahanesiyle şehirlerden sürülmelerine, sınırlarda işkence görmelerine, öldürülmelerine kadar uzanan göçmen karşıtı nefret, geçtiğimiz hafta Erdoğan’ın Suriyelilere vatandaşlık verileceğini açıklaması üzerine en ırkçı, en pespaye hâliyle yüzeye çıktı.
Twitter’da açılan #ÜlkemdeSuriyeliİstemiyorum etiketlerini, Sözcü gazetesinin insanlık düşmanı manşetleri, Florya’da sahilde eğlenen Suriyelilerden “rahatsız olduğunu” belirten videolar, yalanlar ve komplo teorileriyle dolu haberler, görseller ve nihayetinde fiziksel saldırılar takip etti. Bugüne kadar daha derinden gelişen göçmen karşıtı ırkçılık artık açık açık kendini sosyal medyadan, sokağa taşırdı. Artık nurtopu gibi yeni bir ırkçılık sorunumuz daha var ve karşısında hemen harekete geçmezsek kuşaklar sürecek bir gerilimin ve politikasızlığın kurbanı olacağız.
Hükümet ve göçmenler
Öncelikle şunu söylemek lazım. AKP hükümeti tarafından ezilenlere müthiş bir şey bahşediyormuş yürütülen “vatandaşlık verme” hikâyesi aynen karşısındaki tepkiler gibi göçmen karşıtı bir yerden yürütülüyor. Türkiye’ye göçmek zorunda kalan 3 milyon Suriyeli kalite testinden geçirilecek metalarmış gibi konumlandırılıyor. “Kalifikasyonlarından” bahsediliyor, ekonomiye yapacakları katkı temelinde değerlendiriliyorlar. Bu değerlendirmeler ise 3 milyonun önce 30 bini sonradan ise 300 bini açısından düşünülüyor. Yani tüm “vatandaşlık projesi” hayata geçirildiğinde bile Suriyelilerin yüzde 90’ı eşit haklardan yararlanamayacak.
İnsanlık tarihinin en insanlık dışı anlaşmalarından biri olan AB-Türkiye anlaşmasını da es geçmemek gerekir. Bu anlaşmayla Türkiye’den canlarını tehlikeye atarak kaçmış insanlar zorla Türkiye’ye geri yollanıyor ve Türkiye göçmenler için bir hapishaneye dönüştürülüyor. Karşılığında ise bir önceki başbakanın dediği gibi “Kayseri pazarlığı” yürütülüyor. AKP milletvekili Burhan Kuzu rahatlıkla, parayı ve TC vatandaşları için vizeyi alamazlarsa “yollarız mültecileri gelirler” diye yazabiliyor.
İnsan Hakları İzleme Örgütü’nün Mayıs ayında yayınladığı rapora göre sınırdan geçmek isteyen mültecilere askerler tarafından ateş açılıyor, bunlar ölümle sonuçlanabiliyor.¹
Türkiye’deki sığınmacıların en büyük sorunu ise gerçek bir statüye değil “geçici koruma” isimli bir statüye sahip olmaları. Türkiye, Avrupa’dan gelenler dışında kimseye mültecilik hakkı tanımıyor. Dolayısıyla ne Suriyelilerin, ne de Afganistan, Ermenistan, İran, Irak gibi farklı ülkelerden gelen göçmenlerin mülteci olmaya hakları var.
Bu güvencesizliğin yarattığı ortamda hükümetler göçmenleri bir tür rehine gibi iç ve dış politikanın bir kozu olarak kullanıyor. Örneğin herhangi bir ülke Ermeni soykırımın tanıdığında devletin başındakiler “yollarız Ermenileri ülkeden” diye Ermenistanlı göçmenleri tehdit ediyor. Aynı şekilde göçmenler tamamen yukarıdan dayatılan iskân politikalarına kurban ediliyor, yerleri hükümetin istekleri doğrultusunda değiştirilebiliyor. Aynı zamanda bu güvencesizlik göçmenlerin ucuz işgücü olarak kayıtdışı olarak çalıştırılmasına yol açıyor. Bu koşullarda yaşamak istemeyen pek çok göçmen, Ege'nin, Akdeniz'in sularında boğulma tehdidi yaşıyor.
Bütün bunlar göçmenlerin değil hükümetin ve devletin yol açtığı sorunlar ancak son günlerde daha açıkça gördüğümüz üzere muhalefetin bir kısmı Suriyelileri hükümetin bir uzantısı, rasyonel davranışlarda bulunamayacak bir insan yığını ve daha beteri “terörist” olarak konumlandırarak hükümetle sorunlarını mülteciler üzerinden çözmeye çalışıyor.
Yukarıdan iskân politikası
Türkiye’de mültecilerle dayanışmak için çeşitli gösteriler yapıldı ancak pek çok ülke ile karşılaştırıldığında burada yapılan dayanışma gösterilerinin sayısı çok azdı. Aylan Kurdi’nin herkesi derinden etkileyen fotoğrafının yayınlanmasından sonra mültecilere dönük bir uyanış yaşanır gibi olduysa da Suriyelilere dönük ırkçılığın yanında, bu ırkçılığa karşı çıkması gerekenlerin sesi çok cılız kaldı. Suriyelilerin evleri yakılır, bazı mahallelerden kovulurken dayanışma gösterileri örgütlenmedi. Hatta zaman zaman seçim dönemlerinde açıkça o gün sokakta olan tüm Suriyelileri hedef hâline getirme tehlikesi taşıyan “Suriyeliler oy veriyor” propagandası kendini solda tanımlayanlar tarafından da yapıldı.
AKP’nin Alevi yerleşimlerine, özellikle de Maraş’ın Pazarcık ilçesindeki Terolar Köyü’ne ait meralara bir mülteci kampı yapma kararı almasından sonra kampa karşı gösteriler başladı. Gerçekten Ermeni soykırımından, Rumların bu topraklardan sürülmesine kadar nüfus mühendisliği devletin temel politikalarından olagelmiştir. Daha önce defalarca katliama maruz kalmış Alevi halkının travmalarının tetiklenmesi ve ezilenlerin birbirlerine düşürülmesi belli ki hükümetin temel hedefiydi, ayrıca kamp inşaatı o bölgede yaşayanların meralarını ve yaşam alanlarını tarumar edecek. Dolayısıyla tam da bu noktada Aleviler ile mültecilerin yani ezilenlerin birliğini sağlayacak ve hükümetin politikasını teşhir edecek bir mücadele çizgisi mümkündü.
Solun ezici bir kısmı ise burada ezilenler arasında bağ kuran bir tavır sergileyemediği gibi kamp üzerine tartışmayı önce “Nusra Kampı İstemiyoruz”, daha sonra ise “DAİŞ kampı istemiyoruz” gibi mülteciler ile IŞİD-Nusra gibi örgütleri ilişkilendiren, onları potansiyel IŞİD veya Nusra üyeleri olarak kodlayan eylemler tüm ülke çapında yapıldı. Oysa IMC TV’den Canan Yıldız’ın 29 Haziran tarihli haberinde görüldüğü gibi Maraş’ta yaşayan Suriyeliler devlet tarafından oraya taşınmak isteniyor, Suriyeliler ise kampa gitmek yerine merkezde kalmak istiyorlar.² Haberde konuşan Suriyelilerden biri “Alevilerin sesini duyuyor musunuz?” sorusuna “Birçok yürüyüş yaptılar, arazileri ellerinden alınıyor, suları ellerinden alınıyor” diye cevap veriyordu. Devlet elbette Suriyelilere ne istediklerini sormamıştı ancak aşağıdakileri temsil etme iddiasındaki solun da önemli bir kısmı bu sese kulak vermedi. Mültecilere dayatılan iskân politikasının karşısında yapılması gereken mülteci haklarını, hareket serbestisini, savunmakken, basitçe Suriyeliler ile IŞİD-Nusra gibi örgütleri aynı potada eriten nefret söylemine yenik düşüldü.
Doğal görünen ırkçı argümanlar
Suriyelilere bakışta neredeyse doğal kabul edilen çeşitli ırkçı yanlar var. O kadar doğallaşmış durumda ki, bu argümanları kullanan kişiler buz gibi ırkçılık yapıyor olmalarına rağmen bunun farkında bile olmuyorlar.
Suriyeliler her söz konusu olduğunda IŞİD-Nusra gibi örgütlerin adının telaffuz ediliyor oluşu bu ırkçılıkların en önemlilerinden biri. IŞİD ve Nusra’nın Suriye’de aktif örgütler olması buradaki insanların “savaşçı” olma ihtimalini arttırmıyor. Pek çok yerde de belirtildiği gibi Türkiye’deki Suriyelilerin ezici çoğunluğu kadın ve çocuklardan oluşuyor. Daha da önemlisi bu insanlar Esad rejiminin bombalarından ve IŞİD-Nusra gibi örgütlerin katliamlarından kaçarak Türkiye’ye gelmiş insanlar. Türkiye’de bombalı saldırılar düzenleyen ve IŞİD üyesi olduğu söylenenlerin ise çoğunluğu TC vatandaşı. Üstelik IŞİD’e Türkiye, İngiltere, Fransa gibi pek çok ülkeden katılımlar olduğu biliniyor. Dolayısıyla Suriyeliler, herhangi birisinden daha fazla IŞİD üyesi olma potansiyeli taşımıyor. Kaldı ki birilerini geldikleri ülkeden dolayı potansiyel suçlu ilan etmenin adalet ile açıklanabilir bir yanı yok.
Başka bir ırkçı önyargı ise sık sık tekrarlanan “AKP’nin oy deposu” olacaklar sözlerinde gizli. Yıllardır AKP’nin aldığı oyu “makarna, kömür” veya “dinci gericilik” ile açıklamaya çalışan mantığın bir uzantısı gibi görünen bu mantık Suriyelileri kendi içinde dinamizm ve farklılıklar taşıyan bir toplum olarak değil de, tek tip insanlar olarak kodluyor. Kaldı ki dünyada genellikle mültecilerin, mülteci haklarını destekleyen sol partilere oy verdikleri bir sır değil. Dolayısıyla mülteci haklarına, “oylarını AKP’ye verecekler” gerekçesiyle karşı çıkmak, bir gün vatandaş olmaları hâlinde mültecilerden oy alamamayı garanti altına almak anlamına geliyor.
Bir de “ben de Suriyelilere üzülüyorum ama biz daha kendi yurttaşımıza bakamıyoruz” argümanı var. Sınırları doğal kabul eden, üstelik büyük bir yanılgıyla devleti kendi devleti zannedenler tarafından öne sürülen bu argümanın da bir karşılığı yok. Bu ülkede yoksulluk göçmenlerle başlamadı, göçmenlerle de bitmeyecek. Bu bakış açısının bir uzantısı olan klasik göçmen karşıtı argüman “işlerimizi çalıyorlar”. Oysa göçmenlerin statü sahibi olmaması onları ucuz işçi olarak çalışmaya zorlarken genel olarak da emek gücünün değerini düşürüyor. Yani göçmenler, bu ülkenin vatandaşlarıyla eşit hakka sahip olurlarsa bu, işçilerin hepsinin yararına olacak.
Kurtuluş yok tek başına
Sosyalistler, ülkelerin sınırlarını doğal oluşumlar olarak değil işçilerin ve ezilenlerin hapishanesi olarak görürler. Sermaye istediği gibi seyahat edebilirken, bizlerin hareket serbestisi baştan bu sınırlar tarafından engellenmiştir. O sınırlar için kan dökülür, işçiler birbirine kırdırılır, “ulusal çıkar”, “milli gurur” adına ezenler ve ezilenler aynı potada eritilir. Dolayısıyla isteyenin, istediği yerin vatandaşı olabilmesini savunmak, hele ki baskı ve zulümden kaçanlarla omuz omuza durmak sosyalistlerin temel görevidir. Burada yaşayan buralıdır.
Bir de daha somut olarak yapabileceklerimiz var. Her şeyden önce göçmenlerin üzerine heyula gibi çöken bu ırkçı havaya karşı göçmenler etrafında bir koruma kalkanı oluşturmalıyız. Sokakta, işyerinde, okulda “mülteciler hoşgeldiniz” diyebilmeliyiz.
Yapılması gerekenler burada bitmiyor. Tüm göçmenlerin mülteci statüsüne kavuşmasını talep etmek, AB ile anlaşmanın iptal edilmesini, buradan gitmek isteyenlere serbest geçiş hakkı tanınmasını, mültecilerin asimilasyoncu olmayan eğitim politikaları doğrultusunda eğitim alabilmelerinin önünün açılmasını savunmak. Elbette burada kalmaya karar veren ve vatandaş olmak isteyenlerin de vatandaşlık alabilmelerini savunmak. Bu, bir eşitlik talebidir, eşitliği sol savunur.
Son olarak hatırlatmak gerekir ki tüm bunları mültecilere bir şeyler bahşeder gibi değil, onlarla omuz omuza yapmamız gerekir. Biz ne kadar rasyonel, bilgili, özne isek mülteciler de o kadar rasyonel, bilgili, özne… Biz ne kadar insansak onlar da o kadar insan. Bu ülkenin tüm ezilenlerinin kaderi beraber mücadele edebilme yeteneğine bağlı.
Hükümetin baskısına, yukarıdan iskân politikalarına karşı mı çıkmak istiyoruz? Savaş politikalarına karşı mı çıkmak istiyoruz? Ücretlerimizin yükselmesini, iş güvencemizi, taşeronluğun sona ermesini mi istiyoruz? Daha fazla eşitlik, özgürlük, demokrasi mi istiyoruz?
O zaman göçmenlerle, mültecilerle, sığınmacılarla omuz omuza vereceğiz.
Nazilerin iktidarı sebebiyle ülkesi Almanya’yı terk edip mülteci olmak zorunda kalan Bertolt Brecht’in yıllar önceki sözleri mültecilerle omuz omuza ırkçılığa ve kapitalizme karşı mücadelemizde bize yol göstermeli:
“Seni köleler kurtaracak kurtaracaksa
Ya hep beraber ya da hiçbirimiz
Kurtulmak yok tek başına yumruktan ve zincirden
Ya hep beraber ya da hiçbirimiz”
Can Irmak Özinanır
1 https://www.hrw.org/tr/news/2016/05/10/289723
2 http://www.imctv.com.tr/marasin-hafizasi-suriyeli-siginmacilar-yeni-kampa-gitmek-istiyorlar-mi/