Dünyada bütün totaliter yapılar “hakikat bakanlıkları”, “tarihi yeniden yazma bakanlıkları” gibi araçlarla tek ve resmi bir hafıza ve kimlik kurmaya çabaladılar; diğer hafızaların ya da kimliklerin yaşama ihtimallerine zerre kadar tahammül gösteremediler.
Totaliter yapıların en önemli derdi, “dert açabilecek” farklılıklara karşı toplumun en derinindeki, köşe bucaktaki bireyini, partiyle, devletle ve liderle tek vücut haline getirmek, onunla özdeşleştirmek ve tek bir devlet-toplum tahayyülü kurmaktır.
Tahayyülün tek olması, hayatın en basit ve güçlüler tarafından tanımlandığı gibi algılanmasını sağlar. Bu, hayatın karmaşık sosyolojik gerçekliklerini anlama çabasına gerek kalmadan, insanın, sunulana daha kolayca inanmasını sağlar.
Birbirleriyle alâkası olmayan ama totaliter pratiklerin önünde engel olan insanları ve de grupları, onların “kafa karıştırıcı” farklı renklerini aynı paketin içine koymak da çok uygun bir yoldur.
Hitler’in bizzat vazettiği ve miras olarak tüm dünya totaliter zihniyetlerine bıraktığı “düşmanı teke indirmek gerekir” şiarıdır bu...
“PKK ve FETÖ” diyerek, birbirlerinden nefret eden iki odağı bile “aynı örgüt evlerinde bulmadaki” yaratıcılığı ve onları “teke indirmedeki” mahareti buna örnek verebiliriz. Veya Ankara’da bomba patladığı zaman, başvurulan çok zekice buluşları (“PKK ve IŞİD’in ortak işi”) da hatırlayabiliriz. Ya da yurtdışındaki düşmanlarla, onların yerli işbirlikçilerinin “mükemmel uyumunu” sık sık hatırlatan “reklamcı” ya da “piarcı” “parti-devlet” adamlarına –Hitler ve Stalin’i iyi çalıştıklarını göz önünde tutarak- bir nevi saygı duyabiliriz.
Düşmanın gerçekten “düşman” olup olmadığı önemli değildir. Mühim olan, düşman sıfatı layık görülen kişinin veya grubun en basit terimlerle düşman olduğunu iddia etmek ve tekrarlamaktır.
Bir röportajda, “Türkiye’deki örgütlerin kahir ekserisinin Batı üst aklının ihraç ettiği yapılar” olduğunu; “yüzde 10 vicdan sahibi insan varsa yüzde 90’ın çıkar merkezli” olduğunu iddia eden bir “sivil toplumcu”nun söylemine göz atalım:
“İHD ve Mazlum-Der içinde sağlıklı düşünen, saygın insanlar olduğunu biliyoruz ama kurumsal yapılarının (...) yönlendiren üst bir kontrol mekanizmasına bağlı olduğunu da görmek zorundayız. Yerli gördüğünüz bu yapıların küresel sistemin kontrolüne girdikten sonra kendi gerçeğinden koptuğunu görmek zorundayız.”
Söz konusu şahsiyetin verdiği röportajda İHD ve Mazlum-Der’in nasıl ve hangi “kontrol mekanizmasına bağlı olduğunu” anlayamıyoruz ama o mekanizmaya “bağlı olduklarını; küresel sistemin kontrolüne girdikten sonra kendi gerçeğinden koptuğunu görmek zorundayız.”
Bu kadar... Açıklaması yok; ama“görmek zorundayız”... Ve “yüzde 90’ın çıkar merkezli” olduğunu da...
Bu “sivil toplumcunun” kendi söylediklerini, kendisi için ödünç alırsak, bu tür sivil toplumcuların kaçta kaçının “çıkar merkezli olduğunu bilmek zorunda değiliz” belki ama totalitarizmin çekim alanına girdiklerini hiç “zorunda kalmadan” anlayabiliriz kuşkusuz!
Totaliter zihniyet ve pratikler, lider-parti-devlet 180 dereceyle farklı iddialarda bulunduğu zaman bile; hatta düşmanının dediklerini söylediği, yaptıklarını yaptığı zaman bile, haklılığını dayatmaktır. Özür, özeleştiri gibi, sıradan fâni ve zavallı insanların seviyesine düşmemek, Olimpos’un tepesinde oturmaya devam etmektir.
Totalitarizmin gönüllü ya da mecburi taşıyıcılarının “FETÖ’yü Putin’le ittifak kurmakla”; Rus devlet adamlarıyla görüştüğü için Selahattin Demirtaş’ı “hainlikle” suçladıktan sonra, “şartlar dayattığı” (!) zaman “Rusya ve Türkiye arasındaki iyi ilişkilerin iyi bir şey” olduğunu söylemeye başlamaları da tabii ki utanacakları bir şey değildir.
Totaliter zihniyete göre, bize düşen, sadece totaliter gerçeklik inşa mercilerinin dediklerine inanmaktır.
Böylesine oluşan bir güç totalitarizmin altını da oyar... Çünkü insanlar inanmazlar; inanmış gibi yaparlar...
Ferhat Kentel
(Bas Haber)