Göçmen meselesinden çok öte

21.04.2016 - 08:50
Akgün İlhan
Haberi paylaş

Geçtiğimiz günlerde 400’den fazla Afrikalı göçmen, kendi topraklarında kuramadığı insanca hayatı kurmak için Mısır’dan yola çıkıp İtalya’ya giderken Akdeniz’in sularına gömüldü. Bir sene önce aynı günlerde Libya'dan yola çıkan 700’den fazla göçmen de Akdeniz’de boğularak can vermişti.

İnsanlık onuru yerlerde sürünürken göç alan ülkeler göçmenleri topraklarına almamak için daha yüksek duvarlar örmek ve insanlık dışı yasalar yapmakla meşgul. Türkiye gibi kimi ülkeler de bu krizi Geri Kabul Yasası’nda olduğu gibi fırsata çevirme peşinde. “Bu son olur inşallah” temennileri de bir işe yaramıyor. İnsanları hayatlarını riske atma pahasına göçe iten adaletsizlik ortadan kaldırılmadıkça, ne Akdeniz’in derin suları ne de ülkelerin sınırlarına çekilen jiletli teller göçleri durdurabilecek.

Göçün boyutları

Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği’ne (UNHCR) göre 2014 yılında dünya genelinde göç eden insan sayısı, II. Dünya Savaşı’ndan sonra en yüksek boyutlara ulaştı. Bu sayı 59,5 milyon civarında göçmene tekabül ediyor. Yani Türkiye nüfusunun beşte dördü kadar insan, ülkelerini terk etmek zorunda kalmış. Göçmenlerin %53’ü Suriye, Afganistan ve Somali gibi ülkelerden, yani yaşam güvencesinin çok düşük olduğu yerlerden geliyor. Yani göçmenlerin yarısından çoğu can güvenliğini sağlamak için ülkelerini terk ediyor. Günde 42.500 kişi göç ediyor. Sadece 2015 yılı içersinde Avrupa’ya deniz yoluyla ulaşmak isteyen mülteci sayısı 800 bini buldu. Ve aynı yıl içinde bu insanların 3548 tanesi (çoğu çocuk) yolda yaşamlarını kaybetti.  

Göçlerin önemli nedenlerinden biri iklim değişikliği

UNHCR’in 2014 yılı raporunda göç nedenleri savaşlar, çatışmalar, insan hakları ihlâlleri, afetler, iklim değişikliği ve açlık olarak belirlenmiş. Bunların hemen hepsi kolay anlaşılabilecek nedenler. Ancak iklim değişikliği en sinsi ve kapsamlı olanı. Afrika, Doğu Akdeniz ve Batı Asya gibi ülkelerden batıya göç eden insanların en büyük sorunlarından biri iklim değişikliğine bağlı kuraklık. NASA bu sene Doğu Akdeniz’in son 900 yılın en büyük kuraklığını yaşadığını anlatan bir rapor yayımladı. Geçen yıl basılan bir başka NASA raporunda ise dünyanın en büyük 37 akiferinin 21’inin sürdürülebilirlik konusunda devrilme noktalarını aştığını gözler önüne serildi. Sahra Çölü’nün her yana doğru genişlemesi Tunus, Fas ve Cezayir’de yaşayanları, dünyanın altıncı büyük gölü Çad’ın %90’ını kaybetmesi Batı Afrika’da 30 milyon insanı etkiliyor. 1990 yılından bu yana Çin’deki nehirlerin yarısından yok oldu. Dünyanın dördüncü büyük gölü Aral’ın tamamı, Ortadoğu’nun en büyük gölü Urmiye’nin de %60’ı kurudu. Kuzey Amerika’nın batısı ise son 800 yılın en ciddi kuraklığıyla karşı karşıya.

İklim değişikliği aynı zamanda hava sıcaklığının artmasına bağlı olarak buzulların erimesi demek. Deniz seviyelerindeki yükselmeyle birlikte daha fazla toprak sular altında kalıyor. Afrika’nın en yüksek dağının zirvelerini kaplayan 12 bin yıllık buzullar eriyor. Yirmi yıl içinde Kilimanjaro Dağı’nda ne buzul ne de kar kalacak. Grönland buzullarındaki erime bu yıl 1,5 ay erken başladı. 5. İklim Değişikliği Değerlendirme Raporu’na göre Akdeniz’in seviyesinde 1 metreye yakın bir yükselme olacak. Bunun sonuçları ciddi boyutlarda toprak kaybı olacaktır. Bu durumda pek çok limanın bulunduğu ve dünya nüfusunun önemli bir kısmının yaşadığı kıyı kentleri sular altında kalacak. Su seviyesi yükseldiğinde sadece toprak kaybı yaşanmayacak, kıyı bölgelerindeki tatlı su varlıkları tuzlu suyla karışarak kirlenecek. İçilebilecek suyun azalmasına bağlı su stresi önemli bir sorun olacak.  

Su tüketimi de artıyor

Yağış rejimlerinin değişmesiyle birlikte susuzluk dünyanın en büyük sorunlarından biri haline gelmiş durumda. Öyle ki günümüzde dünya nüfusunun beşte biri susuz bölgelerde yaşıyor. Ve 2050 yılına vardığımızda nüfusun yarıya yakını su sıkıntısı çekiyor olacak. Üstelik dünya nüfusunun 2,5 milyar daha artması bekleniyor.  Ancak geçtiğimiz yüzyıldan bu yana dünya nüfusu üç kat artarken, su talebi yedi kat artmış. Yani nüfus artışının çok ötesinde bir su kullanımı söz konusu. Örneğin tatlı suyun yaklaşık %80’i tarımda kullanılıyor. Bunun önemli bir bölümünü suyu çok yoğun miktarda tüketen (geleneksel tarımdan onlarca kez daha fazla), bolca herbisit, pestisit ve kimyasal gübre kullanan ve dolayısıyla ciddi boyutlarda su kirliliğine neden olan endüstriyel tarım oluşturuyor. Tarımda su kullanımının 2050’ye kadar 2 katına çıkacağını da düşünürsek, su varlıklarının üzerindeki baskılar daha da belirgin hale geliyor. Su, enerji ve sanayide döngüsünün de en önemli bileşeni. Hidroelektrik, kömürlü termik ve nükleer enerji santralleri suyu gerek hammadde olarak, gerekse yıkama ve soğutma amaçlı kullanıp kirletiyor. Bu ekonomik faaliyetler sonucu su kirlenirken, içebileceğimiz temiz su hızla azalıyor. Tabi bu enerji, endüstriyel tarım ve kentsel projelerin insanların topraklarını ve sularını da gasp ettiğini unutmayalım. Tüm bunların sonucunda insanlar göç etmekten başka çare bulamıyor.

Ve göç büyüyor

Kuraklığın şiddetlenmesi ve yaygınlaşması, daha fazla sayıda insanı su bulmak, toprak bulmak ve hayatta kalabilmek için göçe zorlayacak. Birleşmiş Milletler’in verileri, 2020 yılına kadar Sahra Altı Afrikası’ndan Kuzey Afrika ve Avrupa’ya 60 milyon, bugünden 2050 yılına kadar her yıl dünyanın zengin bölgelerine 2,2 milyon insanın göç edeceğini öngörüyor. Yani milyonlarca insan gelişmiş ülkelerin sınırlarına dayanacak. Fakat ne iklim değişikliği ülke sınırı tanımıyor. Fosil yakıt elde etmek için toprağın altını üstüne getiren ve başta su olmak üzere müştereklerimizi gasp edip yaşam hakkımızı çalan bir avuç sermayedar, kalkınma yalanıyla onların sözcülüğünden başka bir şey yapamayan devletlerin sağladığı imkânlarla dünyayı tükenme noktasına getirdi. Bu tükeniş artık sadece yoksul ülkeleri değil, zengin ülkelerin içindeki yoksulları da pençesine almış durumda. Günümüzde Avrupa’nın İspanya, Portekiz ve Yunanistan gibi ülkelerinde yoksul insanların suları kesiliyor; ABD’nin büyük kentlerinde içilmeyecek kadar kalitesiz ve kirli şebeke suları gittikçe pahalanıyor. Kanadalı su hakkı aktivisti Maud Barlow’un da söylediği gibi artık Birinci Dünya’da bir Üçüncü Dünya var. Yani ülkelerin kendi içlerinde yoksul ve zenginin arasındaki adaletsizlik uçurumu büyüyor. Bir avuç ayrıcalıklı zenginleşirken, yüzde 99 toprağını, suyunu ve emeğini kaybederek yoksullaşıyor. Adaletsizlik büyüyor ve her yeri sarıyor.   

Sorumlular göçe neden olan ve göçmen gücüyle kalkınmış ülkeler

Şu ironiye bakınız ki Batı ya da Kuzey yarımküre dediğimiz refah ülkeleri, II. Dünya Savaşı sonrası yıkılmış ekonomilerini tekrar ayağa kaldırmak için dünyanın her yerinden ucuz iş gücü desteği alarak, bugün ölüme terk ettikleri göçmenlerin teriyle ve bilek gücüyle yeniden inşa edilmişti. Ancak güçlendikçe refahlarının kaynağını unutan gelişmiş ülkeler, gözlerini ve kulaklarını kendilerinin de sorumlu olduğu dünyanın sorunlarına kapamayı tercih etti. Oysa bu ülkeler göçü engellemek amacıyla kurdukları güvenlik sistemleri için harcadıkları onca parayı göçmenlerin entegrasyonuna harcasaydı, hem mülteci krizi bu boyutlarda yaşanmaz hem de birkaç gün önce 400 göçmenin bile bile ölüme gitmesi gibi korkunç durumlar yaşanmazdı.  

Gelişmiş ülkeler aynı zamanda göçün baş nedenlerinden iklim değişikliği ve çevre krizinin birincil aktörleri. Ekonomik faaliyetlerle kirletilmemiş doğa zenginliklerinin bol, hükümetlerin yolsuzluğa açık ve emeğin ucuz olduğu gelişmekte olan ülkeleri neoliberalizmin rüzgârını arkalarına alarak sömüren gelişmiş ülkeler, bu ülkelerde insanların toprağını suyu gasp ederek iklim değişikliği, susuzluk ve çevre kirliliği gibi sorunlara neden oluyor. Ancak bu olumsuzluklar sonucu göç etmek zorunda kalan insanları ülkelerine almıyor. 2014 yılı itibariyle 59,5 milyonluk mültecinin sadece 6,7 milyonunun Avrupa’da yaşadığını hatırlayalım. Üstelik dünyada en fazla mülteci barındıran ülke olan Türkiye de bu ülkeler arasında sayılıyor. Şu tuhaflığa bakınız ki dünyadaki mültecilerin %86’sı kalkınmakta olan ülkelerde yaşıyor.

Göçmenler sistematik olarak ölüme terk ediliyor

Geçen sene Macaristan’ın sağcı Başbakanı Orban mültecilerle ilgili “Vizesiz bir şekilde bu insanların sınırlarda serbest bir şekilde dolaşmasına izin veremeyiz. AB’nin kurallarını uyguluyoruz” dediğinde bir konuda çok haklıydı. Savunduğu şey gerçekten de AB’nin kurallarına tamamıyla uygundu. Buna verilecek en somut örnek AB’nin 2014’te Mare Nostrum programını sonlandırması olacaktır. Bu program Avrupa’ya göç edenlerin ölmesini engellemek için denizde kesintisiz olarak bulunacak bir araştırma ve kurtarma ekibi sağlıyordu. Hatta program sayesinde sadece bir yılda 140 bin civarında göçmenin hayatı kurtarılmıştı. Ancak bu program Avrupa’daki sağ partilerce insanları göçe teşvik etmek olarak eleştirildi ve feshedildi. Yerine Triton adlı başka bir program hayata geçirildi. İşte o günden beri sadece İtalya kıyılarına 30 mil kadar ulaşabilenlere yardım ediliyor. Ulaşamayanlar ölüme terk ediliyor. Nitekim Mare Nostrum’un sona erdirilmesinden sonra göçmen ölümlerinde rekor artışlar oldu.

Göçmenler için adaletsizlik ve yoksulluk biçim değiştirerek devam ediyor

Ölmeyip Avrupa’ya varanlar da yeni topluma uyum sağlayamıyor, entegre edilmiyorlar. Sığındıkları bu ülkelerde kendi topraklarında maruz kaldıkları adaletsizliğin ve yoksulluğun başka biçimlerini yaşamaya devam ediyorlar. Yeni ülkelerinde Birinci Dünya’daki Üçüncü Dünya’yla tanışıyor, gelişmiş ülkelerin yoksul kesimleriyle ayrı mahallelerde yaşamaya başlıyorlar. Aynı adaletsizliğe maruz kalma durumu insanları birleştirebilecekken, aşırı sağcı ve ırkçı iklimlerde “işlerimizi ellerimizden alıyorlar” ve “aşımıza ortak oluyorlar” gibi söylemlerle göçmenler kurumsallaşmış bir ayrımcılığın hedefine yerleştiriliyor. Adaletsizlik ve şiddet şekil değiştirerek devam ediyor.  

Kriz ayrışmayla değil, dayanışmayla çözülür

Ülkelere sınırlar koyan, toprağı gasp edip dikenli tellerle çeviren, suyun yolunu tutup kendine çevirenler çözümü Geri Kabul Anlaşması gibi hukuksal ama insanlık dışı yöntemlerde buluyor. Havayı, suyu ve toprağı kirletenler çareyi göçe mecbur ettikleri insanları denizde ölüme terk edecek Triton gibi programlarda arıyor. Göçmenlerin ucuz emeğiyle refah yaratanlar zenginliklerinin kaynağını unutmayı tercih ediyor. Çözüm aynı adaletsizliğin nesnesi olanların göçmen yerli ayrımı olmaksızın insanlık onuru için birleşmesi ve dünyayı kendi malı sananlara karşı mücadele etmesi. Aksi takdirde sandığımızdan da yakın bir gelecekte herkesin mülteci konumunda olacağı iklim kriziyle, susuzlukla ve çevre kirliliğiyle cehenneme dönmüş bir dünya bizi bekliyor. Bu artık sadece göçmenler değil, hepimiz için bir ölüm kalım meselesi. Bu bizim meselemiz.

Akgün İlhan

[email protected]

Bültene kayıt ol