10 Ekim Ankara barış mitingine kadar, bütün ciddi siyasal sorunların çözüm yolunun emek örgütlerinin birleşik mücadelesi olduğunu vurguluyor ve çağrılarımızı bu yönde yapıyorduk.
Örgütlü solun geniş kesimleri açısından emek örgütleri sadece dört örgütten ibaret görülse de 10 Ekim mitingi için bu örgütlerin yaptığı çağrı çok önemliydi. Savaş ortamına son verecek bir hareketin başlangıcı olarak 10 Ekim Ankara mitingi bir milat olabilirdi. Bu başlangıç, daha sonra Hak-İş, Türk-İş ve Memur-Sen tabanını da harekete geçirebilirdi.
Irkçı iklimi temizlemek için
2007 yılında Dağlıca saldırısından sonra yükselen ırkçı iklimi temizlemek için Ankara'da KESK ve DİSK'in çağrısıyla düzenlenen barış mitingi küçümsenemez bir başlangıç olmuştu.
10 Ekim 2015 günü düzenlenen Ankara mitingi de sadece yeniden başlayan savaşa değil, savaşta ölen asker ve polislerin faturasını HDP'ye kesmeyi amaçlayan ve 7-9 Eylül günlerinde sokakları kaplayan kitlesel ırkçı ve faşist linç girişimlerinin yarattığı karanlık politik zamana da meydan okuma olacaktı.
Olmadı. 10 Ekim mitingi IŞİD tarafından kana bulandı. 103 kişi öldü. Gerçek bir barış şöleni gibi başlamıştı miting, ellerinde balonlarla çocuklar, bebek arabasında bebeklerle giderek büyüyen, büyüdükçe morali yükselen, morali esas olarak bu kitlesel yan yana gelişin savaş politikalarına başarıyla meydan okuyabileceği duygusuyla yükselmeye devam eden kitleler, iki patlama sesiyle kendilelerini yıkımın içinde buldular. Haykırışlar, çığlıklar, ağlama seslerine karışan “sakin olun” sesleri ve tabii ki de korku içindeki insanlara biber gazı sıkmaya devam eden polislerin tuhaflığı, Türkiye’nin hem Suriye hem de Kürt illerinde ısrar ettiği savaşçı politikaya karşı büyük bir ilk adımı devre dışı bıraktı.
İntihar saldırıları serisi
Canlı bomba eylemleri ve mitinglerde bomba patlatılması, 5 Haziran’da HDP’nin Diyarbakır mitinginde, Türkiye siyasetini etkisi altına alacağını gösteren bir şekilde gerçekleşmişti. Ama çok da dikkat edilmedi, Kürtlerin bir mitingde canlı bombalar ya da bombalarla öldürülmesi enteresan bulunmadı. Patlayan bombalara rağmen Demirtaş ve HDP’nin barışçıl gösterilerde ısrar eden tutumu da Diyarbakır katliamının gündemi belirlemesini engellemiş olabilir.
Ardından Temmuz ayında Suruç’ta canlı bomba eylemi gerçekleşti. Ardından 10 Ekim Ankara. Ardından TAK’ın Ankara’da gerçekleştirdiği iki bombalı saldırı eylemi. Arada Sultanahmet’te turistlere yönelik IŞİD canlı bomba eylemi ve son olarak İstiklal Caddesi’nde İsrail ve İran vatandaşlarının öldüğü canlı bomba eylemi.
İstiklal Caddesi saldırısından sonra, sokakların, AVM’lerin, otobüs duraklarının ve ekonominin ıssızlığını anlatan fotoğraflar ve manşetlerle kaplı medya ve sosyal medya. Bu satırları yazarken Brüksel’de iki patlama gerçekleşti. Bu patlamalar da ıssızlığı artırıyor. Ne olduğunu bile anlamadan, yolda yürürken, havaalanında, metroda paramparça olma korkusu, küresel bir salgın gibi özellikle Avrupa ülkelerinde yayılıyor. Türkiye’de ise virüs en yüksek tahribat evresinde ve panzehiri bulunamadı daha.
Korku duvarının inşaası
Güvensizliğin artmasında belirleyici olan, insanların sadece korkması değil, siyasi iktidarın hemen hemen vurdumduymaz hâlleri. Sadece güvenliğimizi sağlayamamakla kalmıyor, herhangi bir gün sağlayacağına dair ışık da vermiyor.
Hükümete güvensizliğin, istifa müessesini işletmediği her seferinde arttığını söylediğimizde, neredeyse teröre destek olmakla suçlayacak kadar aklı başından gitmiş olanlar, hükümete duydukları aşırı güvenin gözlerini kamaştırması nedeniyle insanların evlerinin bir adım dışından korkar hâle gelmelerinde paya sahipler. Almanya’dan yetkililer vatandaşlarını uyarırken, Taksim civarında bir saldırı olabilir derken İstanbul valiliğinin bu duyuruları neredeyse asparagas habermiş gibi yansıtması bu vurdumduymazlığın garip bir örneği.
Peki, ne yapmalı?
Teslim mi olacağız?
Korkuya yenik mi düşeceğiz?
Sürekli korkuyla yaşanmaz! Türkiye’de egemen sınıf daima korku duvarları inşa ediyor. İç ve dış düşman tarifleri, hep bu korku duvarının inşasında kullanılıyor. Korku duvarını gözümüzde büyüttükçe, bu duvarı yıkabileceğimize duyduğumuz inanç ve kararlılık küçülüyor kaçınılmaz olarak.
Korku duvarını yıkmanın ilk adımı, sokağa çıkmak. Devletin topyekûn bir savaşa girmiş gibi davranması, yargı, ekonomi, medya, ideoloji, dokunulmuzlaıklar ve siyaset, güvenlik politikalarına artan yatırımlar, hep bu topyekûn savaşa tepkinin ifadeleri. Suriye’nin kuzeyinde ve Türkiye’de Kürt illerindeki gelişmeler, bu “topyekûn savaştayız” algısının içlerinde şekillendiği iki bariz cephesi.
Bir yandan canlı bomba eylemleri, öte yandan yukarıdan aşağıya pompalanan topyekûn savaş algısının ortak ürünü olan korku duvarı, kitlelerin sokağa çıkma, dünyayı değiştirme, gelişmelere kendi açısından müdahil olma yeteneğini baskılıyor.
Orta sınıf karamsarlığı
8 Mart’ta kadınlar Taksim’de dev bir yürüyüşle korku duvarını paramparça ettiler. Arkasından TAK ve IŞİD’in canlı bomba eylemleri, kitlesel harekete geçme eğilimini yeniden baskıladı. Şimdi bütün hareketin kadınlardan öğrenmesi gerekiyor. İrili ufaklı eylemlerle, özgürlükler, temel haklar, adalet ve eşitlik için, en önemlisi barış için sokağa çıkmayı, kitlesel eylemler yapmayı hedeflemek zorundayız. Kitle eylemleri bir çırpıda örgütlenemeyebilir, daha uzun soluklu kampanyalar planlamalıyız. Hep birlikte bir hasar raporu çıkartalım ama insanlarda can sıkıntısı yaratan etmenlerden birisi, orta sınıf karamsarlığın tüm gelişmeleri olduğundan daha karanlık göstermesi. Bu orta sınıf seküler hezeyan hâli, aslında milli ve yerel koalisyonunun inşaasıyla devletin ve egemen sınıfın kavgalı kesimlerini bir ölçüde uzlaştırarak, önceki dönemlerde sahip olduğu etkiyi yitirse de mevcut tehditleri daha anlaşılmaz tehditler hâline getirerek üstümüze boca etmeyi başarıyor.
Bu kesimlerin politik karamsarlığına verilecek her prim, korku duvarının temellerini sağlamlaştırmaktan başka bir işe yaramayacaktır.
Topyekûn barış için!
Bu yüzden, topyekûn savaş algısına karşı topyekûn barış propagandasını öne çıkartacak, sokağa çıkmaktan imtina etmeyecek bir hareketi, antimilitarist bir kitle hareketini, siyasal kutuplaşmanın işçi sınıfını bölen etkilerini bertaraf edecek bir şekilde sabırla inşa etmek, korku duvarının sandığımızdan daha minik olduğunu da kanıtlayacaktır. İşte kadınların Taksim yürüyüşü, işte daha Haziran ayında seçim mitinginde bombalı saldırıya maruz kalsa da Newroz meydanını dolduran Diyarbakır halkı.
Bu hareket, temel bir stratejiye sahip olmalı ve bu stratejiye kıskanç bir şekilde sıkı sıkıya sarılmalı. AKP’ye 7 Haziran’da oy vermeyen, AKP’yi bir nevi boykot eden milyonlarca seçmen var. Bu insanlar, 1 Kasım’da yeniden AKP’ye oy verdiler. Ulusalcı darkafalılık, bu kitlelerin AKP’ye geri dönüşünde “makarnacılık” etkisi görüyor, biz ise istikrar ve güvenlik arayışı ve bu arayışa soldan yanıt verilememesini görüyoruz. Sorun, 7 Haziran’da AKP’ye boykot uygulayan kitlelerin kopuşunu kalıcı hâle getirebilmekte, bu kitlelerin bir büyük barış kampanyasının, halkların kardeşliğinin köprüsü, aktif kitlesel bileşeni hâline gelmesine yardımcı olabilmekte.
Bu insanlar aynı zamanda yoksul, işçi, kadın, genç ve değişimden yana.
Bu insanların çoğu bir işyerinde. Cerattepe’de de, metal grevinde de, Gebze direnişinde de bu insanlar var.
Politik zaman kasvetli bir hızla akıyor. Bu akışın içinde burjuvazinin, orta sınıfların, parlamentonun, çok satan gazetelerin yukarıdaki dünyasına değil de yoksulların, Kürtlerin, köylülerin, işçilerin, kadınların aşağıdaki mücadeleci dünyasına bakmak, korku duvarını yıkmak için sağlam bir ilk adım. Bu dünyada hiçbir grevi, sayısız işyerinde, köyde, ilçede aynı anda başlayan direnişleri, yürüyüşleri, gösterileri, toplantıları bastırabilecek hiçbir canlı cansız bomba icat edilmedi daha.
Şenol Karakaş