Elbette retorik bir sorudur.
Özellikle de, kuruluşundan 90 küsür yıl sonra ilk defa en önemli bayramlarından birini kamusal alanda (tek bir semtte elbette) kutlayabilen Türkiyeli Yahudilerin, üstelik kippalarını gizlemeye gerek olmadığına ancak merasimin sonlarına doğru ikna olabildikleri hâlde, kutlamanın gerçekleşebilmiş olmasından neredeyse mutluluk gözyaşlarıyla söz ettikleri bir yerde.
İlk Nobel alan vatandaşının kabaca “Ermeni soykırımı vardır” dediği için geniş kesimlerce “vatan haini” olarak görüldüğü ve belki hâlen ölüm tehditleri aldığı; ikincisinin ise uzunca bir süre, Arap olması itibarı ile gerçekten Türk sayılıp sayılımayacağının tartışılmasından sonra, ödül sahibinin yüreklere su serpecek yegane jestin (veya aldığı ödülü hak ettiğinin yaşadığı ülkenin devleti ve kamuoyu tarafından da onaylanmasının koşulunun) Ülkü Ocakları'nı ziyaret edip ödülü TSK’ya hediye etmek olduğunda karar kıldığı bir yerde.
Veya kendi vatandaşlarını öldürüp “Kürtler yaptı” demeyi politika hâline getirmiş bir devletin, Kürtler öldüğünde de “kendilerini öldürdüler” teorilerini ortalığa saçmakta, bunca tekrara rağmen şüphe uyandırabilecek bir taraf görmediği bir yerde bu abes bir sorudur.
Tabii ki bunlar yalnızca çok güncel atıfları olduğu için seçilmiş örnekler, yoksa bunun asgari düzeyde kapsayıcı bir liste olması içi dahi, pek de ince olmayan bir kitap sığasına ihtiyaç olduğu malum.
Ve elbette tüm devletler ırkçıdır.
Ve bu yalnızca, egemen sınıfın kendi ırkını yüceltmeye çalışmasının patolojisi değildir.
Tüm devletler ırkçıdır çünkü devletler birer örgütlü şiddet aygıtıdır ve özellikle kendi sınırları içinde yaşamayan halklara yönelik ürettiği muazzam şiddeti meşrulaştırmaları gerekir. Yoksa bu şiddetin, koşulsuz bir şekilde engel olunmadığında, pek ala kendi vatandaşlarına da döneceğinin gizlenmesi çok zordur. Bu yüzden devlet “kendi milletine” saldırmaya başladığında insanlar daha önce ırkçı fikirlerle normalleştirilmiş saldırıları da sorgulamaya başlarlar.
Başka bir deyişle, ırkçılık olmadan, eşit birer yurttaş olduğu söylenen insanların hendekler kazıyor olmalarını, yaşadıkları yerin askeri abluka altında olmasına, evlerinin, okullarının, camilerinin taranmasına, sokak ortasında vurulmalarına, orduyla ilişkisi dahi muğlak bir takım çetelerin ava çıkar gibi böbürlenen ırkçı tweetler ve duvar yazıları yazmalarına gerekçe olarak veremezsiniz.
Elbette çok boğucu, hele ki çözüm sürecinden ve 7 Haziran’dan sonra birkaç ayda buraya gelinebildiğine seyirci olmak. Ama asla unutmamak lazım ki, çözüm süreci de Kürt halkının 30 yıl boyunca verdiği mücadele ile birlikte batıdaki barış iradesi sayesinde kazanılmıştı.
Sırf bir günde sıkılan mermiyi bile 5 kere daha hayata gelse ödeyemeyecek olanların savaştan hiçbir alacağı olamaz ve bunu böyle görenlerin sayısı hiç de az değil.
Vahşete ve savaşa karşı mücadele ile ırkçılık ve milliyetçiliğe karşı mücadele birbirinden ayrılamaz. Ne kadar katliam ve cinayetlerle bizi sindirmeye çalışırlarsa çalışsınlar, sokaklar da işyerleri de okullar da bizim.
Deniz Güngören