Avrupa Birliği’nin pullarının birer birer döküldüğü bir dönemde yaşıyoruz. Yunanistan’daki referandumun AB’nin efendilerini ürküttüğü çok açık. Yakın zamanda İngiltere’de de ‘Avrupa Birliği’nde kalınsın mı?’ sorusunun yer aldığı bir halk oylaması olacak. Muhafazakâr hükümet ve egemen sınıf AB’de kalmaktan yana. İspanya’da seçimler yaklaşıyor, Podemos sırada bekliyor.
AB kurumlarının sözcülerinin Ocak ayındaki seçimlerden referandum gecesine kadar geçen süreçte Yunanistan’a yaklaşımı biz ezilenler açısından AB ve demokrasiyi aynı cümle içerisinde kullanmanın giderek anlamsızlaştığını gösteriyor. Syriza hükümeti son dakikaya kadar taviz vermeye, AB ve IMF’nin dayattığı kesinti programını kabul etmeye açık olsa da Avrupa egemen sınıfı için bu yeterli olmadı. Seçilmiş bir hükümetin önünün kesilmesi gerektiğini ilan etmeye başladılar. Çipras’ı küçümseyerek ‘müzakerelere reşit birilerini yollayın’ diyen bile çıktı. Yunanistan’daki işçi sınıfı mücadelesini görünmez kılıp meseleyi Syriza’nın ‘aşırılığına’ indirgemek işlerine geliyordu. Ama Pazar günü Yunanistan halkının yüzde 60’tan fazlasının Troyka’yla daha fazla anlaşmaya ‘hayır’ demesiyle birlikte şimdilik ağızlarının payını aldılar.
Peki AB Komisyonu başkanından merkez bankası sözcüsüne bazı ‘atanmış’ kurum temsilcileri, AB’nin parçası olan bir ülkenin işçi sınıfının iradesini yok sayma ve ‘doğru kararı veremezler’ deme cüretini nereden buldu?
Patronlar kulübü
AB tartışması bir süredir Türkiye’de sönümlenmiş görünse de bugün küresel finansal kriz karşısında ne yanıt verileceği ve AB’nin kaderi Türkiye’nin yoksulları için önemli. Üstelik AB temsilcilerinin küstahlıklarında hiçbir sorun görmeyip Yunanistan halkını şımarıklıkla suçlayanların sayısı burada da az değil. Avrupa Birliği bizim birliğimiz değil. Avrupa Birliği bir patronlar kulübü yani şirketlerin ve bankaların birliği.
AB bugüne kadar ezilenler için kamu harcamalarının azaltılması, ücretlerin yani emeğin değerinin düşürülmesi, katı göçmen politikaları, neoliberalizm ve özelleştirmelerden başka bir anlam ifade etmedi. Sermaye içinse dünya piyasasında daha güçlü rekabet edebilecek geniş bir ticaret bloğu demekti. Bütçe önlemlerinde ‘sıkı’ tutulan tek şey yoksulların kemerleriyken, ağır gümrük kontrollerinin kalkmasıyla birlikte AB, pazarın daha da serbestleştiği bir kâr sahası oldu.
Finansal kriz başladığından beri hatta 2000’li yılların başından itibaren Yunanistan, AB egemen sınıfı tarafından bilinçli bir borç sarmalına sokuldu. Kriz öncesinde hızlı büyüme üzerine atılan zarlar 2007’de bankaların iflasını açıklamasıyla paniğe dönüştü. Resesyona giren Yunan ekonomisi giderek küçüldü. AB’nin oynadığı kumarın elinde patladığı anlaşılınca faiz oranları daha da arttırıldı. Bu sayede geri ödenmesi için dayatılan her ‘borç’ başta Almanya ve Fransa olmak üzere Avrupa bankalarını kurtardı. Ancak Yunanistan işçi sınıfını daha da yoksullaştırdı. Kâr özelleştirilirken borç kamulaştırıldı. Dahası Troyka borcun nasıl geri ödeneceğini dahi dayattı. Ücretler aşağı çekildi, işsizlik gençler arasında neredeyse yüzde 60’a fırladı, binlerce kamu çalışanı işten çıkarıldı. Kısaca Yunanistan işçi sınıfı açısından 2. Dünya Savaşı’nın ertesini hatırlatan sosyal ve ekonomik çöküş yaşanmaya başladı.
Avrodan çıkmak
Yunanistan’la ilgili tartışmalar çoğu zaman avro meselesine bağlanıyor. Yunanistan ekonomisinin Avrupa Merkez Bankası’na bağımlı oluşu ve ulusal bir para politikası uygulayamayışı elbette krizi katmerlendiren bir durum. AB egemenleri açısındansa fırsat. Ancak avrodan çıkış, bugün ne kadar radikal gibi görünse de esas itibariyle ulusal temelde bir kapitalist yeniden yapılanma hatta düzen içi bir seçenek. Avrodan çıkışa bankaların kamulaştırılması, ekonominin kilit sektörlerinin işçi denetiminde kamulaştırılması gibi antikapitalist nitelikte başka önlemlerin eşlik etmesi durumunda ancak ulusal para birimine dönüş, devrimci bir politika olabilir. Önemli olan AB’nin dayatmalarına karşı ulusal eksende bir karşı çıkış değil, antikapitalist doğrultuda ve kıtasal ölçekte gelişebilecek bir mücadele stratejisini ortaya koymaktır. Bu yüzden mesele sadece para, pul meselesi değil. Bir yanda işçi sınıfının diğer yanda patronların olduğu muharebede krizin bedelini kimin ödeyeceği meselesi. Bu muharebede bizlerin kazanacağı her yeni mevzi bugün Yunanistan’da yarın İspanya’da sonraki gün tüm Avrupa’da daha radikal bir politik dönüşümü zorunluluk haline getirecek.
“Avrupa, ya bu sınırları kaldırmaya ya da tümden bir ekonomik çöküş tehdidi ile yüzleşmeye zorlanmaktadır. Fakat egemen burjuvazinin kendi yarattığı bu sınırların üstesinden gelmek için benimsediği yöntemler, yalnızca mevcut kaosu arttırmakta ve bölünmeyi ivmelendirmektedir. Burjuvazinin Avrupa’nın ekonomik yaşamının restorasyonunun temel sorunlarını çözmekteki yetersizliği, Avrupa’nın emekçi kitleleri için hiç olmadığı kadar açık hale gelmektedir.” 1923’te Troçki tarafından yazılan bu cümleler hâlâ güncel. Patronların birliğinin karşısında ezilenlerin Avrupası, sosyalist bir Avrupa seçeneği gayet gerçekçi biçimde ortada duruyor.
Sosyalist Avrupa mümkün
Bugün Yunanistan Avrupa’nın “zayıf halkası” konumunda. Bu halkanın devrimci bir hatta kıvrılıp kıvrılmayacağı iki etkene bağlı. Birincisi kapitalizm içi, kalkınmacı bir çizgi yerine antikapitalizm temelli bir mücadelenin hakim olması. İkincisi de ulusal temelli mücadele stratejisi yerine kıta çapında, bölgesel bir mücadele ivmesinin yükselmesi. Antikapitalizm ve tüm Avrupa işçilerinin mücadelesinin birleşmesi sadece Yunanistan’ın sorunu olmadığı gibi çözüm için de Yunanistan tek başına yeterli değil. Yunan işçi sınıfının mücadelesinin bugüne kadar ortaya koyduğu çözüm ne kadar cüretli ve ilham verici olsa da neoliberalizmin kalesini yıkmak için daha fazlasına ihtiyacımız var. Yunanistan yalnızca bu sorunun ‘ortaya konulduğu’ yer. Sorunun çözümü sosyalist bir Avrupa’yı inşa etmekten geçiyor.
Meltem Oral
(Sosyalist İşçi)