7 Haziran’a sadece birkaç gün kaldı ve seçimler dışında bir şey düşünmek gerçekten zor. Seçimleri HDP’nin barajı geçmesi veya geçmemesi olarak okuyan bizler ise doğal olarak bir parça daha pragmatik yaklaşmaya başladık. Bu yüzden sanırım, hangi felaketleri önlemek için HDP’ye oy vermemiz gerektiği daha fazla hatırlatılır oldu.
Tabii “AKP’yle anlaştılar” anlatanlar da nihayet olması gerektiği gibi “bunlar bölücü, terörist” demeye geri döndüler.
Yani başka bir deyişle, seçimimizi kime oy vermememiz gerektiği üzerinden tanımalama alışkanlığı mutlaka nüksediyor. Türkiye seçmenini harekete geçiren yegâne motivasyonun bir şeylere mâni olmak, bir takım kötülerin yükselişini engellemek olarak anlaşılıyor olmasında da tutarsız bir şey yok; her türlü politik hırsı kendine çok görecek şekilde ıslah edilmeye alıştığımız için.
Bunlara karşı birlerini desteklersek, onlar yeni olacağı için bize biraz olsun minnettâr olacak ve sözümüzü dinleyecek diye düşünüyoruz belki de. Çok doğal ki sözümüz dinlensin istiyoruz ama politik partilerin kendi hesapları ile ilgilenen kendinden menkûl örgütler olmasına alışmışız, yani bir süre de olsa bizim istediğimizi yapmaları ancak bize maddi olarak minnet duyduklarında mümkün diye düşünüyoruz.
Önce tabii bazı korkuların hakkını teslim etmek lazım. Türkiye’de insanlar çok vahim şeyler gördüler; çocuk idamlarından tutun gündüz gözüyle ablukaya alınmış mahallelerin taranmasına, gözaltında kaybedilmenin bir özel isimle tanımlanması ihtiyacını yaratacak kadar sürekli ve sistemli oluşundan hâlâ tanımlanamamış kimyasal silahlarla yapılan cezaevi katliamlarını "hayata geri döndürmek" olarak görecek kadar aşağılık katillerin siyasetin temel belirleyicileri olduğu günlere kadar, ne eklesek bu berbat liste yeterli olmayacak.
Ama, hem de en aşağılık nefret dilini kullanarak, parti propagandası yapan bir Cumhurbaşkanı henüz görmemiştik; tabii Kenan Evren’I saymazsak.
AKP’nin, akıl dışı bir seçim barajı sayesinde bir dönem daha tek başına iktidar olmayı becerirse, bir dönemleri daha olmadığının kesin bilinciyle, hayatlarının hapiste bitmemesi için güçlerinin yettiği her şeyi yapmaya, belki bugünkü fevriyetlerine kıyasla bile hayret verecek bir şekilde devam edeceği de bir gerçek.
Birisi şöyle bir şey demiş: “7 Haziran gelir geçer, hayat yine devam eder” anlamına gelen bir cümle. Benzetmek gerekirse, Vehbi Koç’a vaktinde “Seçimleri kim kazanır?” diye sorulduğunda “Ben kazanacağım” diye yanıtlaması ile aynı şeyi söylüyor. “Siz öyle seçim dönemi bir heyecanlar bir heyecanlar, yöneticimizi belirliyoruz zannediyorsunuz ya, şarkılar türküler falan; yok öyle bir şey, sizi biz yönetiyoruz” diyor yani.
Onun açısından bakınca yalan da değil: 8 Haziran günü yine birileri dünyanın bir ucundaki çocuk köle işçilerin emeğiyle zengin olmaya, silahlanma ekonomisini canlı tutmak için nerelerin savaşa daha elverişli olduğunu tartışmaya falan devam edecek.
Tüm bunların vatandaşların refah ve güvenliği için yapıldığını anlatanlar da susmayacak birden bire.
Bildiri dağıtırken, tanımadığınız biriyle sohbet ederken, özellikle orta yaşlı insanlarda tüm bunları acıyla kanıksamış olmanın buruk ve alaycı gülümsemesini çok yaygın görüyoruz değil mi? “Ya bunlar ne güzel şeyler ama ülkeleri bunlar yönetmez ki, ülkeleri orta yaşlı zengin adamlar veya generaller yönetir” anlamına gelen gülümseme.
Bizim bile ara ara, anlık da olsa, bu kadar örgütlü olan sinizme iknâ olmamız kaçınılmaz. Benim “Ya, bir bakıyormuşuz biz hakikaten de bölücüymüşüz, çok kötü insanlarmışız” diye düşünmüşlüğüm var mesela.
Sürekliliğini fikirler sağlıyor olsa da, bu, her toplumsal muhalefet dinamiğinin izansız bir şiddet ile bastırılmasını deneyimleyerek veya izleyerek öğrenilen bir şey.
Bal gibi de yönetiriz. Sahip olduğumuz her şeyi üreten biziz. Yarın aç, susuz ve elektriksiz, evde hapis kalmamamızın tek teminatı biziz. Sokakları, evleri, işyerlerini biz temizliyoruz, hasta insanlara biz bakıyoruz. Her gelenin yapmakla övündüğü yolları, binâları zâten biz yapıyoruz; ya kim yönetecekti?
Bıkkınız, hızlı değişim istiyoruz, aksi ise derhâl hayal kırıklığı yaratıyor. Ama bir sabah ansızın Erdoğan teslim olup herkesten özür dilemiyor ve herkes aniden sokakta el ele tutuşup beş dilde barış türküleri söylemiyor diye yerimizde saydığımızı kimse iddia etmesin.
İşçi ölümlerinden beraat eden toplu tecavüzcülere, LGBTi cinayetlerinden faşist saldırılara, her gün, ne kadar yol kat ettiğimizi, neler kazandığımızı görmemizi güçleştirecek olayların yaşandığı bir gerçek.
Ama “Kürtlere devran dursa oy vermem” diyenlerin oranını %80’den %20’ye düşürecek kadar güçlü bir dinamik var. Bir hafta boyunca Ermeni Soykırımı konuşuldu, birçok ilde anmalar düzenlendi ve kimse gıkını çıkartamadı. Newroz’da milyonlarca kişi meydanlarda Abdullah Öcalan’ın mesajını dinliyor ve herkes sağ sâlim, üstüne üstük umutlu bir şekilde evine dönüyor.
Tüm bunlara “aman canım” diyebilenler allah aşkına bir an durup 15-20 sene öncesini düşünsün. Yaşı yetmiyorsa da açıp o dönemden bir iki haber görüntüsü izlemesi yeterli, ben daha çok böyle öğrendim zirâ.
Hâlâ iknâ olmayanlar varsa, barıştan daha önemli şeyler olduğunu düşünüyor olmalı. Ve hiç kusura bakmayın, kimse sizi HDP’nin AKP’yle anlaşmadığına iknâ etmek zorunda değil.
Lütfen siz, Türkiye’de konuşulan tüm dil ve lehçelerde kampanya yapan (işaret dilinde bile sloganları var yâ rabbim insanın içi bir hoş oluyor) barış ve özgürlük adına tüm talepleri eksiksiz vâdeden ve zaten bu mücadelelerin aktivislerinin örgütlediği bir kampanyayı, üstelik bir numaralı talebinizi slogan hâline getirdiği halde câsuslukla suçlayabilmenizin ve karşılığında Suriyelileri evine göndermekten “barış” diye bahsedebilen, AKP’nin projelerinin aynılarını kırmızı beyaz logolarla sunan, hâlâ televizyonlarda bor mâdenlerinden bahsedenlere iknâ olmanızın hesabını sorun kendinizden. Ve ricâ ediyorum çabuk olun.
Ve bize gelince, hepimizin yüreği ağzına geliyor doğal olarak, 8 Haziran günü yaşayacağımız zafer ileri bir tarihe ertelenirse diye. Ama emin olalım ki, ucu en az kendisine dokunan insanların, daha da kötü kıyamet senaryoları üretmek konusundaki doyumsuz mazoşistik fantazmını yoksul emekçiler bir zerre olsun paylaşmıyor. Ve bu yüzden, olabilecek en sağcı ve acımasız neoliberal partilerden birinin hâlâ ciddi bir emekçi tabanı var. Biz doğru politikaları savunuyoruz ve kimseyi râzı etmek zorunda değiliz (yanlışlıkla atılacak oya bile râzıyız o ayrı), iknâ etmek konusunda da ne kadar iyi bir iş çıkardığımızı kimse inkâr edemez. Aksine kendine güvenmek, hırslı olmak en çok bizim hakkımız.
Heyecanlı bir gün olacak, 8 Haziran’da görüşmek üzere!
Deniz Güngören