Gazze üzerine: Onların ahlakı bizim ahlakımız

24.10.2023 - 11:51
Özdeş Özbay
Haberi paylaş

1917’de Sovyet devriminin liderlerinden Troçki’nin devrim sırasında ve sonrasındaki iç savaş döneminde Kızıl Ordu komutanı olarak o dönem yaşanan şiddeti, o dönemin tabiriyle “kızıl terörü” savunduğu metnin adıdır Onlar Ahlakı Bizim Ahlakımız. Liberal ve solcu düşünürlerin şiddeti özellikle de sivillere ve esirlere yönelik şiddeti eleştirdiği ikiyüzlü ahlak anlayışını eleştirir.

Troçki, 1939 yılında yazdığı bu metinde evrensel bir ahlak anlayışını kabul etse de bunun sınıflı toplumlarda yani ezen ve ezilen kesimlerin olduğu koşullarda mümkün olmadığını söyler ve şöyle başlar yazısına “Gericiliğin galebe çaldığı bir dönemde, demokrat, sosyal-demokrat, anarşist ve diğer “sol” kanat temsilcisi baylar, tıpkı korktukları zaman iki kat terleyen insanlar gibi, her zamankinden daha fazla ahlak kokusu salgılarlar.” Bugün de aşırı sağın yükseldiği, dünyanın emperyalist bir kamplaşma içerisinde saflaştığı, uluslararası hukuk ve “düzenin” yok olduğu koşullarda ortada son derece ikiyüzlü bir ahlak kokusu hakim. 

Rus emperyalizmi, Ukrayna’yı işgal ederken, uyduruk gerekçelerle yani “Ukrayna’daki Nazileri devirerek aslında Rus olan Ukraynalıları zalim faşistler ve Batı emperyalizmden kurtarmak” için mücadele ettiğini söylüyordu. Azerbaycan, yüzyıllardır Ermeni halkının çoğunlukta olduğu Karabağ’ı işgal edip, Ermeni direnişçileri terörist ilan edip, yüzbinden fazla Ermeni’yi topraklarından sürerken, Rusya, İsrail ve Türkiye’den destek alıyordu. Ayrıca özellikle Avrupa ülkelerinin doğalgaz anlaşması nedeniyle “ahlaki” bir sessizlik içerisinde olduğuna tanıklık ediyorduk. İsrail, 16 yıldır Gazze’de, 360 km karelik bir alanda, bir getto veya toplama kampı uygulaması yürütürken Batı devletlerinin temsilcileri “ahlaken” İsrail’in yanındaydı. Hamas katliamlarından sonra başlayan saldırılarda bugüne kadar öldürülen Filistinli sayısı Hamas’ın öldürdüğü sivillerden beş kat fazla olmasına rağmen hala Batılı ahlak bekçileri İsrail’in kendisini savunma hakkından söz ediyor. Evrensel ahlak anlayışını geçtim kendi koydukları uluslararası hukuk kurallarını dahi hiçe sayıyorlar.

“Büyük meselelerdeki çıkarlarının hakimiyetini garantilemek amacıyla, yönetici sınıflar ikincil meselelerde, taviz vermek zorundadırlar, tabiatıyla bu tavizlerin bilançoyu zarara sokmaması şartıyla” diyordu Troçki aynı metinde. İkinci Dünya Savaşı’nın arifesinde devrim korkusuyla işçi hareketinin ezildiği “demokrasilere” ve Yahudilerin ezildiği faşizme verilen tavizlere gönderme yapıyordu. Bu iki yüzlü ahlakçıların Stalinizm ile Faşizm’i aynı totaliter rejimler olarak eşitlemesiyle tartışıyordu. 

Günümüzle birçok benzerlik var tabi burada. Her biri demokrasi veya sivil ölümler gibi ahlaki gerekçelerle, fakat aslında sadece kendi çıkarları etrafında açıklama yapan devletler ve yazarlar var yine. Üstelik Hamas ile kimi zaman IŞİD’i kimi zaman da Rusya’yı bir tutan “analizler” yapıyorlar.

Her şeye rağmen, bu kadar çok sivilin öldürüldüğü bir durumda bu meseleyi nasıl değerlendirmemiz gerektiği önemli bir soru. İsrail’de öldürülen her sivil için üzülmek gerekir tabii. Öte yandan, nedenlerle sonuçları birbirine karıştırmamak da önemli. Bu nedenle yazımın bundan sonraki bölümünde bu soruyu çok iyi tartıştıklarını düşündüğüm bir söyleşiden alıntılar yaparak devam etmenin daha iyi olacağını düşünüyorum.

Kölelik karşıtları Nat Turner isyanına nasıl bakmıştı?

Savaş muhabiri Chris Hedges ile anne ve babası Nazi toplama kamplarında kalmış ve ailesinin tüm diğer üyeleri kamplarda öldürülmüş olan Yahudi akademisyen Norman Finkelstein geçtiğimiz günlerde müthiş bir söyleşi gerçekleştirdiler. Finkelstein, neden Hamas’ın sivillere yönelik saldırısını kınamadığını ve kınamayacağını son derece çarpıcı bir şekilde anlattı. 1980’lerden beri 2020 yılına dek Filistin meselesi üzerine yazdığını ama 2020’de artık umutsuzluğa kapılarak yazmayı bıraktığını söyledi Finkelstein ve Hamas olayı yaşandığında kendi ahlaki yargısını oluşturabilmek için Amerika’daki kölelik karşıtı hareketin köle isyanları üzerine yazdıklarına baktığını belirtti. Şöyle söylüyor Finkelstein:

“Peki, Amerika Birleşik Devletleri'nde kölelik oylamaları olduğunda Köleliğin lağvı taraftarları (Abolitionistler) ne söylemişlerdi?” diye düşündüm. Çünkü burada kölelik oylamaları oldukça çirkindi. Sivillerin hedef alınmasından ve bunun gibi şeylerden söz ediyoruz. Frederick Douglass ve W. E. B. Du Bois'un kölelik karşıtlarına çok saygı duyduklarını biliyorum. Charles Suner, Wendell Phillips, William Lloyd Garrison gibi isimlere yani… Douglas'ı okuduğunuzda, Du Bois’u okuduğunuzda bu kölelik karşıtlarına ve Afrikalı Amerikalıları, siyahları ve köleleştirilmiş insanları savunurken çıktıkları yüksekliklere dair herhangi bir eleştiri yapmadıklarını görürsünüz. Ve ben de Amerika Birleşik Devletleri'ndeki en büyük köle isyanı olan Nat Turner İsyanı'na baktım ve tabii ki bazı ürkütücü benzerlikler vardı. Nat Turner bir dini fanatikti ve çoğu zaman John Brown'un da öyle olduğu unutulur. Ama şimdi Nat Turner'a dönelim. Bu insanların her biri Tanrı'nın sözüyle hareket ettiklerine, Tanrı'nın temsilcileri olduklarına, Tanrı'nın isteğini yerine getirdiklerine ve eylemlerinin Tanrı tarafından onaylandığına inanıyorlardı. Onlara prematüre (erken gelişmiş) cihatçılar da diyebilirsiniz. Bugün hâlâ aramızda olan çok saygın tarihçi Stephen Oats'un The Nat Turner Rebellion kitabında anlattığı şey Nat Turner'ın, birliklerine tüm beyazları öldürme emri verdiğiydi. Bunun bir nedeni elbette intikamdı ama bir nedeni de ülkeyi kölelik gerçeği ile yüzleşmeye zorlamak için ahlaki bir kriz yaratmak istemesiydi.”

Devam eder Finkelstein:

“John Brown'ı okuduğumda da ilgimi çekmişti çünkü o da sivilleri öldürdü. Pottawatomie'de sivilleri keserek öldürdü. Frederick Douglas’ın John Brown üzerine yaptığı nefes kesici konuşma ilgimi çekti. Sivillerin öldürülmesi meselesini sorgulamak zorunda kalmıştı. Ve Du Bois, John Brown'ın biyografisini yazmıştı. Çok iyi bir eser değil ama pek fazla bir kaynak yoktu o dönem. O da son bölümde John Brown ve sivillerin öldürülmesi sorunuyla yüzleşiyordu. İkisi de Brown'ı kınamaz, bu sorunun etrafında dolanırlar: Bu soruyla yüzleşmeleri gerektiğini kabul ederler ama John Brown'ı sivilleri öldürdüğü için kınamazlar…. Garrison'un yazdıklarını okuduğumda kölelik karşıtlarına olan saygım tavan yaptı. Garrison, bir dehşet yaşandığını kabul ediyordu ama çok dikkatli bir şekilde Nat Turner İsyanı'nı kınamıyordu, aksine isyanı kınayanların ikiyüzlülüğünü kınıyordu. Ve şöyle diyordu “size söyledik, size söyledik, sizi uyardık, sizi uyardık, sizi uyardık, bu insanları çılgına çevireceksiniz ve onlar korkunç şeyler yapacaklar”. Bunu okudum ve tekrar okudum ve tekrar okudum ve sonra son birkaç gün içinde kendi kitabımla ilgili hafızamı tazelemek zorunda kaldım ve kitabımı tekrar okumaya başladım, Gazze kitabını. Ve size dürüstçe söylüyorum, kitapta o insanlara yapılanların her ayrıntısını okudukça içim öfkeyle dolup taşmaya başladı. Burada iki şey var: Birincisi, Garrison'ın İsyanı neden kınamadığını şimdi anlıyorum çünkü o sabahtan akşama görüyordu, biliyorsunuz Gazze'nin aksine kölelik gözlerden uzak değildi, her gün Afrikalı Amerikalı insanlara yapılan aşağılamayı, fiziksel saldırıyı görüyordu. Amerikalı köleler ve onları yaptıklarından dolayı vicdanen kınayamayacağını fark etti. Sonra kendi kitabımı okumaya başladım… Bunun kulağa hoş gelmeyeceğini biliyorum ama deliye dönecek hale getirilmiş olan insanları anlayabiliyorum. Toplama kampında doğmuş olmaktan deliye dönmüş olan, 25 millik (40 km) alandan başka hiçbir yer görmemiş olan, hiç umudu olmayan insanları… 7 Ekim’de herkes onları terk etti.”

Hedges de bir başka örnek ile Finkelstein’e destek veriyor:

“Haiti köle isyanına dönüp baktığınızda binlerce Fransız plantasyon sahibini öldürdüler. C.L.R. James, harika kitabı The Black Jacobins'de, Hamas’ın yaptığına benzer katliamları ayrıntılı biçimde yazarak kabul ediyor. Şöyle yazıyor: “Mülkiyet ve ayrıcalığın acımasızlığı her zaman yoksulluk ve baskının intikamından daha vahşidir, çünkü biri kızgın Adaletsizliği sürdürmeyi amaçlar, diğeri ise sadece kısa sürede yatıştırılan anlık bir tutkudur.” Amerikan yerlilerine de bakarsanız, ki ben aslında Maine'in ücra bir köşesinde ailesinin tamamı yerliler tarafından öldürüldüğünde bacaya saklanarak kurtulmuş bir adamın soyundan geliyorum, isyancı Kızıl Bulut (Red Cloud) beyaz yerleşim yerlerini yok etmeyi iş haline getirmişti. Biz şimdi Amerikan Yerli toplumunu romantikleştirdik ve bunu unuttuk. Fransız Devrimi’nde, eğer din adamıysanız, eğer aristokrat sınıfın bir parçasıysanız veya hatta aristokrat sınıfı desteklediğinizden şüpheleniliyor idiyse, yok edilirdiniz. Bu göz yummak için değil, sanırım bunu hiçbirimiz yapmayız, ama bunu anlamaya ve nereden geldiğini anlamaya başlamak için sizin söyledikleriniz çok önemli.”

Söyleşide Hedges, Hamas saldırısına katılan militanların İsrail’e göre bin 500’ünün öldürüldüğünü hatırlatıyor. Diyor ki, Gazze’nin yanı başındaki müzik festivalinden gelen müzik sesleri Gazze içinde duyulabiliyormuş. Orada işsizlik ve yoksulluk içerisinde bir katta 10 kişi yatan insanları düşünün diye ekliyor. Bunun üzerine Finkelstein militanların ölüme gideceklerini bile bile bu saldırıya girişmeden önceki gecelerine dair çarpıcı bir tahmin yürütüyor:

“Bence 7 Ekim'de ayrılmadan önceki gece annelerinin, babalarının yanına gittiler, onlara sarıldılar, onları öptüler ve bunun bir veda olduğunu biliyorlardı. İçlerinde öldürülen kız kardeşlerini, öldürülen büyükbabalarını, öldürülen kuzenlerini, İsrail'in o canice saldırılarında öldürülen yeğenlerini düşündüler. Ve sonra bir toplama kampında doğmuş olmanın getirdiği tüm umutsuzluğu, çaresizliği ve depresyonu düşündüler. Hınç ve intikam almaya karar verdiler. Tam da kampın dışındaki müzik hakkında söyledikleriniz gibi, bu insanlar neşeli bir kaygısızlığın tadını çıkarıyorlardı...

Hatırlayacağınız üzere, Nazi Holokostu'nu konu alan 'Shoah' adlı bir film vardı ve film yapımcısının yaptığı şeylerden biri de toplama kamplarının hemen dışında normal hayatlarını sürdüren insanlarla röportaj yapmaktı. Bu, izleyiciyi büyük bir ahlaki tiksintiyle dolduruyordu. O kampların içinde neler olup bittiğini bilerek ya da şüphelenerek ya da sezerek nasıl normal bir hayat sürdürebilirdiniz? Duvarı aşan insanların da aynı şeyi düşündüğünü tahmin ediyorum. 

Bir keresinde rahmetli anneme "Peki, İkinci Dünya Savaşı sırasında Alman şehirlerine yapılan terör bombardımanları hakkında ne düşünüyordun?" diye sorduğumu hatırlıyorum. Genellikle unutulur ve size sadece istatistik vereceğim; ahlaki bir yargıda bulunmuyorum. Ancak çoğu zaman unutulur, kabaca 27 ila 30 milyon Rus öldürüldü, yaklaşık 20 ila 25 milyon Çinli öldürüldü. Üçüncü en büyük sayı ise Almanlar; dokuz milyondu. Onlar acı çeken üçüncü büyük nüfustu. Annemin tepkisini hatırlıyorum: 'Eğer öleceksek, bazılarını da yanımızda götürmek isteriz' demişti. Annem çok ahlaklı bir insandı, çok katı bir ahlak anlayışı vardı ama bunu söylemekten hiç çekinmezdi.”

Bu söyleşide iki solcu düşünür Troçki’nin Onların Ahlakı Bizim Ahlakımız’da yaptığı gibi egemenlerin ikiyüzlü ahlak anlayışıyla değil tarihsel koşullar içerisinde ezilenlerin gözünden bir ahlaki tavır takınıyorlar. Elbette bunu yaparken sivil ölümler için “gerekliydi” gibi bir açıklama da getirmiyorlar. Yargılamaktan çok anlamaya ve bunun bir daha yaşanmaması için ne yapılması gerektiğine yani İsrail’in işgaline son verilmesi gerektiğine vurgu yapıyorlar.

Özdeş Özbay

 

Bültene kayıt ol