Medya ve yüzleşme

05.05.2023 - 10:17
Can Irmak Özinanır
Haberi paylaş

İngiltere’de The Guardian gazetesi kendi kurucularının denizaşırı pamuk ticareti üzerinden köleciliğe ortak olduğunu açığa çıkararak, özür diledi. Scott Vakfı tarafından 1821’de kurulan gazetenin kurucusu John Edward Taylor, gazeteciliğin yanısıra Manchester’da bir pamuk taciriydi. İşçi sınıfının ağır sömürü koşulları altında yaşadığı 1800’ler Manchester’ında sömürgelerde köleler tarafından toplanan pamuk, denizaşırı ticaret yoluyla İngiltere’ye getiriliyordu ve tekstil Manchester’ın en önemli sektörlerinden biriydi. Dolayısıyla Kuzey, Güney Amerika’daki ve sömürgelerdeki kölelik sistemi ile Manchester işçi sınıfının sömürüsü arasında güçlü bir bağ vardı. Kölelik ve sömürü sayesinde zenginleşen burjuvazi, kuşaklar boyunca bu konumunu sürdürdü. Gazetenin kurucu sermayesini veren on bir kişiden dokuzu kölelik sisteminden besleniyordu. The Guardian gazetesinin bu insanlık suçunu ortaya çıkarması büyük bir anlam taşıyor. “Pamuk Sermayesi” (Cotton Capital) isimli bir dosya ile ortaya çıkan The Guardian’da sadece gazetenin kölelikle olan ilişkisi değil, bir bütün olarak İngiltere’nin kölelik ile olan tarihiyle de hesaplaşılıyor. 

Peki, medya gerçekten yüzleşmenin alanı olabilir mi? Bu soruya hem evet hem de hayır yanıtını vermek mümkün. Kuşkusuz The Guardian’ın bugün attığı adım son derece önemli ancak bunu tek başına gazetenin başarısı olarak görmek doğru olmaz. Kuşkusuz, 2020’de devasa boyutlara gelen Black Lives Matter (Siyah Hayatları Önemlidir-BLM) hareketi bugünkü hesaplaşmanın arka planını oluşturuyor. Gazete de bunu itiraf ediyor, 2020 yılında başlayan bir akademik araştırmadan yola çıkarak dosyayı oluşturduklarını söyleyen The Guardian, BLM eylemleri sırasında Bristol’de köleci Edward Colston’un heykelinin yıkılmasının kölelikle olan yüzleşmenin fitilini ateşlediğini söylüyor. 

Medya, güç ilişkileri ve hegemonya 

Medya, kapitalizm altındaki bütün endüstrilerde olduğu gibi çelişkili bir yapıdır. Üstelik medyanın daha çelişkili bir yapı gösterdiğini söylemek mümkün. Çünkü medya hem meta üretiminde hem de kültürel anlamların, ideolojilerin üretiminde rol oynar. Gramsci’nin basım endüstrisi için söylediği gibi bu alan hem altyapının hem de üstyapının parçasıdır. Daha da somut söyleyecek olursak medya, kapitalizmdeki en önemli hegemonik aygıtlardan birisidir:

“Gerçekte, bazı teknik araç biçimleri ikili bir fenomenolojiye sahiptirler: Onlar hem yapı hem de üstyapıdırlar. Bu özelliğe sahip ‘teknik araç’ sektöründe eşi benzeri görülmemiş bir önem edinen basım endüstrisi bu ikili doğayı andırır. Hem mülkiyetin, dolayısıyla sınıf bölünmesi ve mücadelesinin konusudur, hem de ideolojik faaliyetin veya çeşitli ideolojik faaliyetlerin ayrılmaz bir unsurudur” (Antonio Gramsci) 

Burada medyadan bahsederken sadece haber medyasından değil, gazetelerden televizyonlara, eğlence endüstrisine, kültürel ürünlere kadar geniş bir alanı anlamamız gerektiğinin altını çizmem gerekiyor. Medya endüstrisi, toplumdaki güç ve iktidar ilişkileriyle iç içe geçmiştir. Dolayısıyla doğası gereği bağımsız veya tarafsız medya yoktur. En temelde egemen sınıfın hegemonyasının toplumun kılcal damarlarına kadar yayılmasını sağlamaya dönük bir pratik içinde olsa da medya, hegemonyayı üretmeye her zaman muktedir değildir. Bunun sebebi medyanın yukarıda bahsedilen ikili doğasıdır. Her alan sınıf mücadelesinin alanıdır, bir endüstri olarak medya da içinde işçileri barındırdığı için sınıf mücadelesinin bir alanı olarak tanımlanmalıdır. Ancak medyanın rolü salt bu da değildir, BLM ve The Guardian hikâyesinde görüldüğü gibi toplumsal mücadeleler medyayı etkileme potansiyeline sahiptir. Devasa bir hareket, bazı medya organlarını kendi geçmişleriyle ve daha geniş bir anlamda devletin geçmişiyle yüzleşmeye zorlayabilir. 

Türkiye’de yüzleşme ve medya 

Peki, Türkiye medyası bu yüzleşmenin neresinde? Türkiye medyasının Ermeni soykırımıyla, Kürtlere yapılanlarla, Dersim katliamıyla kısacası bu ülkenin geçmişiyle yüzleşmesini bekleyebilir miyiz? 

Türkiye medyası da yukarıdaki çerçevede, ulus devletin kuruluş ilkelerine yaslanarak şekillendi. 1908 devriminin hemen sonrasında en özgür dönemini yaşayan basın, hemen bir yıl sonra İttihat ve Terakki Cemiyeti (İTC) tarafından zapturapt altına alınmaya çalışıldı. 1913’te İTC iktidarı ele geçirince bu süreç tamamlandı. Ancak bu dönemi de bir mücadele dönemi olarak düşünmek gerekiyor. 1908 sonrası bir yandan sosyalizm de dâhil pek çok fikir dolaşıma girerken, bir yandan milliyetçilik de basın aracılığıyla (da) yayılıyordu.

Cumhuriyetin kuruluşuyla beraber, CHP diktatörlüğü tarafından basın çok daha net bir biçimde yeni devletin ideolojisinin yani Kemalizmin yayılması için kullanıldı. Ulus gazetesi zaten CHP’nin resmî yayın organıydı ancak bununla sınırlı kalınmadı. Örneğin, Yunus Nadi’nin Cumhuriyet gazetesinin matbaası, 1915’teki soykırım sebebiyle Türkiye’yi terk etmek zorunda kalmış Vahan Matosyan’a aitti. Dolayısıyla Cumhuriyet’in geçmişi de The Guardian gibi ırkçılık ve soykırımla lekelenmiş durumda. 

Cumhuriyetin kuruluş dönemindeki medya büyük oranda devletle el ele şekillendi. O kadar ki Mustafa Kemal Atatürk, dönemin gazetecilerinden Ahmet Emin Yalman’a gazeteciliği bıraktırmıştı, ta ki yeniden Atatürk tarafından gazeteciliğe devam edebileceği kararı alınana kadar. 

Ancak medyanın rolü bununla sınırlı kalmadı. 6-7 Eylül 1955’te yine gazetelerin pogrom örgütlemenin bir aracı olarak kullanıldığını biliyoruz. Burada Türkiye medya tarihini yazmak elbette mümkün değil ancak medyanın devletin bir uzantısı gibi işlediği, zaman zaman doğrudan zaman zamansa dolaylı olarak Türk-Sünni-Müslüman-erkek hegemonyasına katkıda bulunduğu çok açık. 

Bunun tek sebebi ideoloji değil elbette, giderek holdinglerle iç içe geçen medyanın çıkarları da soykırımın inkarını, devletin çıkarlarını savunmayı gerekli kılıyordu. Türkiye’de bir zamanlar medyanın “amiral gemisi” sayılan Hürriyet’in sloganının “Türkiye Türklerindir” olması bir tesadüf değildi. 

Ancak bütün bunlar bir yüzleşmenin mümkün olmadığı anlamına gelmiyor. Anaakım medyanın parçası olmasa da Agos gazetesi bu milliyetçi hegemonyada önemli bir yıpranma yarattı veya Özgür Gündem geleneğinden gelen medya devasa bir harekete yaslandığı için bütün baskılara rağmen hâlâ ayakta. Ancak medyada hegemonyanın delinebildiği anlar bunlarla sınırlı değil. 2007’de Hrant Dink öldürüldüğünde “Hepimiz Ermeniyiz” diye yürüyen on binleri anaakım medya da görmezden gelemedi. Gezi günlerinde sokaktaki kitleler NTV’nin kapısına dayanınca, kanal normal yayın akışını kesip canlı yayında eylemcileri göstermek durumunda kaldı. Bugün Türkiye’de medyada bir yüzleşme istiyorsak, hem kültürel alanda bir hegemonya mücadelesini yürütmek hem ırkçılığa karşı büyük bir hareketi inşa etmek durumundayız. Bu ise medyanın içinden ve dışından mücadele ile mümkün. 

Can Irmak Özinanır

(Sosyalist İşçi)

 

Bültene kayıt ol