İktidarın merkezlerinden, seçmenleri korkutmayı amaçlayan açıklamalar arka arkaya geliyor. Bu açıklamaların özünü seçimi darbeye indirgemek oluşturuyor. Sanki 14 Mayıs seçimlerini ilan eden muhalefetmiş gibi, bir devlet yetkilisi ama herhangi bir devlet yetkilisi değil, bizzat İçişleri Bakanı “14 Mayıs darbe girişimidir” diyebildi.
Ondan önce Hulusi Akar, Milli Savunma Bakanı, konuşma yaptığı sırada “vur de vuralım, öl de ölelim” diyen kitlelere “sırası gelince” yanıtını verdi.
Erdoğan ise Kandil’in desteğiyle seçimi kazananlara iktidarın verilmesine milletin izin vermeyeceğini söyledi. Erdoğan’ın hukuk alanında baş danışmanlarından birisi “tam bağımsızlık yolunda iktidar değişiminin” kabul edilemeyeceğini söyledi.
Seçim tarihi yaklaştıkça bu türden açıklamalar yapılması, bu yönde, yani seçmen iradesini tanımayacakları yönünde vurguların dozajının artırılması öncelikle bir şeyi gösteriyor: seçimi kazanacaklarına dair umutları yerle bir olmuş durumda. Kazanamayacakları yönündeki fikir hakim hale geldikçe rüyalarında bile saraydaki devir teslim töreninde iktidarı Kılıçdaroğlu’na teslim ettikleri, mecliste YSP’nin yüzde 12 oy aldığı koşullarda yapılan ilk meclis oturumunu görüp sıçrayarak uyanıyorlar.
Rüyadan uyandıktan beş dakika sonra, bu gelişmenin engellenmesi gerektiğini kendi aralarında konuşup yeniden uykuya dalıyorlar. Ama aynı rüya yeniden kan ter içinde uyanmalarına neden oluyor.
Çözüm sürecinde tanıştığımız dindar kesimlerden özgürlük mücadelelerine katılan ve Kürt halkının haklarının tanınmasını isteyen bir aktivist şöyle yazmıştı: “İktidarın sağladığı rant ve nepotizm olanağıyla sınıf atlamış, misyonları iktidar tabanına daha muhafazakar ama elit bir yaşam tarzı hedefi pazarlamak olan yeni bir orta üst sınıf var. Bir nevi muhafazakar ikonlar. Samimiyetten, spontanelikten son derece uzak kurgu kişilikler.”
Elbette böyle insanlar var. Uzun süredir, iktidar tarafından dağıtılan kaynakları, iş olanaklarını ve birden fazla ücret gibi ayrıcalıklara sahip bir toplumsal kesim var.
Ama bu kesim mevcut hoş konumunun sürekliliğini sağlamak için ne kadar istese de ortalığı yangın yerine çevirebilecek potansiyele, yeteneğe ve kararlılığa sahip olamaz.
Milyonlar öfkeli
Şu çok açık: özellikle son üç yıldır milyonlarca insanın sokaklara çıkmamasının nedeni, bütün mücadele fırsatlarının seçimlere ertelenmesi. Defalarca gündeme gelen sosyal patlama uyarısı, yukarıdan aşağı bir propaganda halinde kitlelerin sokağa çıkma isteğini sürekli seçim baskısıyla soğurdu. Giderek, seçime indirgenmiş bir kaçan fırsatlar müzesine döndü son üç yılda yaşanan bir dizi büyük olay. Yolsuzluklar, cinayetler, yasaklar, ifşalar, tuhaf mahkeme kararları, iktidarın kendi hukukuna uymaması, adaletin askıya alınması, pandemi döneminde iktidarın alenen zenginleri kayırdığının ortaya çıkması…
İnsanlar, genel seçimde kullanacağı oyların alenen çalınacağını düşünürse, iktidar cenahının hiç tahmin etmediği, hiç bir şekilde göğüsleyemeyeceği olaylar yaşanmak zorunda. Gerile gerile son sınırına gelinen yay boşalır. İktidar cenahı, milyonlarca insanın boşalan öfkesiyle henüz yüzleşmedi. Toplumun tümünü saran bir hareketlilik, en temel demokratik hakkının, elinde kalan, hatta yarım yamalak ortada duran seçme ve seçime hakkının “darbe” gibi safsatalarla gasp edilmesi ihtimali, biriken öfkenin bambaşka boyutlara ulaşmasına neden olur.
İktidarın farkında olmadığı bir başka gerçek de 6 Şubat Türkiye-Suriye depreminin bildiğimiz öfkeye daha önce tanık olmadığımız bir kızgınlık, bir hesap sorma arzusunun derecesi. Enkazın başında enkazın altındaki kızının elini tutarak bekleyen ve ardından soğuğu, yağmuru, seli yaşayan, bu arada Kızılay’ın yapığı rezillikleri gören bir babanın korkacağı bir şeyin kaldığını düşünmek için hiçbir neden yok. Milyonlarca insan tüm bir OHAL döneminde ızdırap çekiyor. Bir imzayla insanlar evsiz, işsiz, aç kaldılar. Sert ekonomik yoksullaşma, bu öfkeyi daha da pekiştirdi.
İktidar bu gelişmeleri çok umursamasa bile emin olmak gerekir ki devletin tüm kademelerinde bu bağlamda derin bir bölünme yaşanmaktadır. Sonucunda ağır bir yargılanmaya maruz kalacağı bir yasadışı devlet hamlesinin içine her bürokratın dahil olması beklenemez. Bu türden maceracı adımlar toplumun yarısından çoğunun muhalif, kalan yarısının da ezici çoğunluğunun bu türden bir yasa dışı müdahaleye muhalif olduğu koşullarda çok cazip br girişim olarak görülemez. Ne egemen sınıfın ağırlıklı kesimi, ne devlet bürokrasinin çeşitli kanatları ne de muhalefet partilerinin tabanından milyonlar, uğruna tüm mücadeleleri erteledikleri seçme hakkını gasp edilmesine izin vermez. Tersine, amaçları yıldırmak olan iktidar sözcüleri, insanların öfkesini, seçim günü sandıklara sahip çıkma potansiyelini artırmakta ve tüm bunlar korkutmaktan ziyade iktidarın kaybettiğinin ilanı olarak değerlendiriyor.
Seçme seçilme hakkına, her ne kadar söz konusu Kürtler olduğunda dokunuluyorsa da bir seçimin gasp edilmesi bağlamında seçim hakkının yok sayılmasına işçi sınıfının mücadeleci örgütlerinden her düzeyde direnen toplumun çeşitli kesimlerine kadar hiç kimse, hiçbir ezilen toplumsal kesim izin vermez.
Şenol Karakaş
(Sosyalist İşçi)