Seçimlere günler kalmışken ana akım muhalefetin dışında sol muhalefet içinde oluşan TİP merkezli çatlak hiçbir olumlu yan taşımıyor. Eminim 2018 seçimlerinde bugünün TİP üyelerini sırtlarında meclise taşıyan HDP’li arkadaşlarımız kendilerini doktor Frankeştayn’a biraz olsun benzetiyorlardır. Mevcut tartışma tek taraflı değil çünkü. Bu tartışmanın sürdürülüş biçiminde ve daha da önemlisi böyle bir sorunun gündeme gelişinde elbette HDP’lilerin katkısı azımsanamaz.
TİP’in herhangi bir virajda HDP’yle arasına mesafe koyması, beklenmesi gereken bir hamleydi. TİP’in programında Kürt sorununu ele alış tarzı, Türkiye’de ezen ülke sosyalistlerinin geleneksel bakışından bir milim farklı değil çünkü. Bu parti programında, “TİP, Kürt halkının kendi geleceğini ve kaderini belirleme hakkını kabul eder. Bununla birlikte, bu hakkın kullanımına dair tutumunu işçi sınıfı mücadelesinin çıkarları doğrultusunda oluşturur. Kürt halkının haklı taleplerinin savunulması ve desteklenmesi, Kürt siyasal hareketinin yönelim ve tercihlerinden bağımsız bir ilkedir” diyor. Sorsanız, TİP içerisinde bu programın yazılış sürecine katılanların kendilerine Leninist dediklerine tanık olabilirsiniz. Ama, ezen ülke sosyalistlerinin ezilen ülkenin mücadelesini sürdürenlere koşullu destek vermesi, bu örnekte, Kürt halkının işçi sınıfının çıkarları doğrultusundaysa Kürtlerin mücadelesinin destekleneceğinin söylenmesi, Lenin’in hayatının sonuna kadar ısrar ettiği ulusların kendi kaderini tayin hakkı ilkesiyle uzaktan yakından bir bağa sahip değildir.
Aynı şekilde, programlarında, “TİP, Kürt halkını ve mücadelesini, Türkiye’deki özgürlük mücadelesinin ve işçi sınıfı öncülüğündeki devrimci halk hareketinin vazgeçilmez bileşenlerinden biri olarak değerlendirir. Kürt siyasal hareketi ile TİP arasındaki ilişkiler, işçi sınıfının çıkarları ve sınıf mücadelesinin ihtiyaçları göz önünde bulundurularak belirlenir” diyen bu parti liderliğinin, ezen ülkenin sosyalistlerinin görevini hatırlamaları acil bir zorunluluk. Kürt halkının mücadelesini desteklemeyi işçi sınıfının çıkarları ve ihtiyaçları doğrultusunda ele almak demek, bu kendinden menkul ihtiyaçların tarifine göre Kürtlere verilecek desteğin niteliğinin değişmesi demektir. Örneğin bu seçimlerde işçi sınıfının çıkarlarının her nedense TİP’in mecliste 4 değil de 14 sandalyeyle temsilinden geçtiği öngörüsü yapılırsa, Kürt halkıyla kurulacak ilişki de buna göre tayin edilir.
Kürt halkının ya da ezilen bir halkın mücadelesine, çok ulvi sözlerle, hedeflerle, hatta işçi sınıfının çıkarları gibi yüce amaçlarla da olsa şart koşmak, şart koşanı o sosyal şovenizm adı verilen alanın sınırları içine sokuverir. Ezen ulusun işçilerinin görevi, ezilen halkın mücadelesini koşulsuz desteklemektir.
Destek, evet destek.
Koşulsuz, evet koşulsuz!
Bu desteği, ezlenlerin talep ettiği desteği verirken, varsa işçi sınıfının çıkarları doğrultusunda eleştirileriniz, bu eleştirileri yaparsınız. Bu yüzden Lenin bu yaklaşımı, “eleştirel ama koşulsuz destek” diyerek vurgular. Kürt halkının en büyük talihsizliği, ittifak halinde olduğu kurumların bazılarının Lenin’in yaklaşımını, sınırsız eleştiri ve koşullu destek şeklinde ele almış olmalarıdır. Bu yaklaşımın TİP içinde bu prensibi bilenleri rahatsız etmemesi ise yükselen bir sol odağın rüzgarı içinde gezinmenin yarattığı geçici zafer sarhoşluğuyla açıklanabilir.
Ya göçmenler
Bu parti şimdi kurucularının beklediği bir ilginin ötesinde büyüme temposu yakalamış olsa da çekirdek liderliğinin Kemalizm ve Stalinizm’le hesaplaşmayı başaramamış bir gelenekten geldiği çok açık. Bu sadece Kürt sorununa yaklaşımda değil göçmen meselesinde aldıkları tutumda da görülüyor.
Bir televizyon programında partinin genel başkanına önümüzdeki dönemde meclisteyken ve Kılıçdaroğlu seçimi kazandığında göçmenleri geri gönderme yasası çıkartmak isterse tutumunuz ne olur sorusuna Erkan Baş’ın yanıtı özetle “Kahrolsun emperyalizm ve AKP iktidarı çok berbat” demek oluyor.
Göçmenleri geri gönderme yasası, kim tarafından meclise sunulursa sunulsun, ırkçı bir yasadır. Bu yasaya kesin bir hayır diyemeyenler ve göçmen sorununu ana akım medyanın ele aldığı gibi alanlar sol adına çok tehlikeli bir manevra yapıyorlar demektir. Baş, bu televizyon programında, AKP’yi, ABD’yi, elbette AB’yi Suriye’nin bugünkü durumundan sorumlu tutarken yaklaşık 500 bin Suriyeliyi öldürmüş olan Esad’ın diktatörlüğüne dair bir eleştiride bulunmamıştır.
Göçmen tartışmasında daha rahatsız edici bir yaklaşım ise yine Baş’ın bir soruyu yanıtlarken, ülkesinden “göç etmek zorunda olan herkesin hayali geri dönmektir” demesi. Fakat TİP’liler daha yüce gönüllüler ve şu anda Suriye’nin pek de geri dönülebilecek gibi bir yer olmadığının farkındalar. Bu yüzden de özetle “Suriye’nin yeniden inşasını üstlenelim. Borcumuzu ödeyelim” gibi tuhaf açıklamalar yapabiliyorlar. Geri kabul anlaşmasında ise birden daha milli bir öne devreye giriyor bu siyasi çevrenin sözcülerinde. Baş, geri kabul anlaşmasının iptal edileceğini ama dış politikanın tümüyle değişmesi gerektiğini söylerken, dış güçlerin elbette AKP’nin desteğiyle Suriye’yi parçalayıp bütün yükünü de Türkiye’nin sırtına yüklediğini ifade edebiliyor.
Klişelerin arka arkaya sıralandığı bu konuşmada ne göçmenlerle tam çaplı bir politik ve insani dayanışma zorunluluğu görülüyor ne de Suriye’de iç savaşın çıkmasında halk düşmanı Esad’ın rolüne değiniliyor. Ortada dev bir problem var ve “AKP, ABD eliyle iktidara oturtuldu”, “BM, AB, Körfez sermayesi hepiniz yıktınız Suriye’yi bedelini Türkiye’ye ödetmeyin”, “Nüfusun yüzde 10’u kadar bir göçmen hangi ülkeye giderse gitsin sorun yaratır” gibi iddialarla TİP göçmen konusundaki politikasını çok şey söyleyerek hiçbir şey söylememek üzerine kuruyor. Göçmenlerle aktif bir dayanışmaya girmek yerine hiçbir şey söylememek ise Türkiye işçi sınıfının göçmenlerle dayanışmasının önüne dikilen bir engel olarak görülmelidir.
Millet İttifakı ve devletin toparlanması
Yine aynı programda çok ilginç bir şey söyleniyor Baş tarafından: “Millet İttifakı devletin, biz ise halkın sigortasıyız.” Cumhur İttifakı’nın ve Erdoğan rejiminin devleti yıktığını, devleti toparlama görevinin Millet İttifakı’nda olduğunu, halkın çıkarlarını savunmanın ise kendilerinin sorumluluğunda olduğunu söylüyor.
Erdoğan iktidarının devlet içinde ağır bir hasar yarattığı doğrudur. Ama bu AKP öncesi devletin de çok matah bir şey olduğu anlamına gelmez. Bir sosyalist, kimin devletin sigortası olacağıyla ilgilenmez. devlete ilişkin başka tasarrufları vardır sosyalistlerin: “Egemen sınıfın işçi sınıfını ezmek için icat edilen komitesidir” gibi. AKP’den önce de devletin rolü buydu AKP ile de devletin rolü bu olmaya devam etti. Daha da kötüsü seçimleri Kılıçdaroğlu kazandığında da devletin rolü işçi sınıfını ve ezilenleri bastırmak olmaya devam edecek. Burada, hem devletin rolü konusunda bir belirsizlik yaratmak hem de Erdoğan öncesi devleti olağan bir siyasi organizma olarak algılamak gibi büyük bir hata yapılıyor.
Bunların nedeni, altını bir kez daha çizmek bir zorunluluktur, kemalizm ve Stalinizm’le hesaplaşılamamış olmasında yatıyor. Baş’ın başka bir programda “91'de Sovyetler Birliği yıkıldığından bu yana dünyada savaş olmayan tek bir gün yok. Her gün savaşlar arttı, kan döküldü. Sosyalizm bir güç olarak sahneden çekildiği andan itibaren emperyalizm dolu dizgin saldırıya geçti” diyerek hem SSCB’nin kendinin emperyalist bir güç olduğunu, hem 1991 öncesi dünyanın savaşsız ve işgalsiz bir dünya olduğunu, örneğin SSCB’nin Afganistan işgalini görmezden gelerek savunuyor. Ve ayrıca bürokratik bir devlet kapitalizmini sosyalizm olarak anlatıyor. Stalinizm tartışması bu yüzden her zaman günceldir. Tarihin bir anında bir ülkede yaşanan bir olayı tanımlamak anlamına gelmez sadece, aynı zamanda sosyalizm anlayışınızı açığa çıkartır, daima ezilenlerden yana olup olmadığınızın turnusol kağıdıdır.
Kemalizm’e yaklaşım ise tüm bir cumhuriyet tarihinde ezenlerle mi ezilenlerle mi aynı safta olduğunuzu gösterir. Bundan sonra milli günleri övgü dolu sözlerle ananlar, Taner Akçam’ın Agos’ta yayınlanan ve Dersim katliamında zehirli gaz kullanma emrini kimlerin verdiğini kanıtlayan belgeleri sunduğu makaleye bakmalılar.
Bütün ittifak ruhunu çiğneyerek, seçim barajını sayesinde aştığı ve ana gövdesini ezilen halkın oluşturduğu partiyle bazı bölgelerde yarışmaya karar vermiş olması TİP’i savunmak için canla başla çalışan arkadaşların şu sözlerini haklı çıkartmıyor me yazık ki: “Stratejik ayrılıklar, taktik ihtilaflar, hatta sert polemikler de mücadelenin bir parçası. Ancak bu ayrılık ve ihtilafları gündeme getirip tartışırken 14 Mayıs sonrasında kaçınılmaz olarak gündeme gelecek mücadele ortaklık ve omuzdaşlığına zarar vermeme özenini gösterebilmeliyiz.”
Ortada bir stratejik ayrılık yok. Kabaca, “senin sayende barajı aşarım ama barajı kendi gücümle aşıyormuş gibi yapar, mecliste neden TİP’in güçlü olması gerektiğini anlatırım, bunu yaparken Ergenekon bir tertiptir der, bazı adaylarımın da Barış Pınarı harekatı gibi askeri operasyonları savunmasına ses etmem, gerekirse protokol de tanımayarak kritik bölgelerde içinde olduğum ittifaka rakip adaylar çıkartırım” diyen bir grup var.
İnsanların kafasını karıştırmak için bin bir seçim varyasyonu icat eden bu yaklaşıma en iyi yanıtı Demirtaş verdi. İki sosyal medya mesajında “Aklındaki, gönlündeki partiye oy vermek için çok haklı nedenlerin olduğundan eminim. Ama senin oyunla milletvekili çıkarılmazsa bunun çok ağır sonuçları olacak. Lütfen akılcı olanda birleşelim (…) Oyunu, milletvekili çıkarabilecek partilere ver lütfen. Milletvekili kazandırmayan her oy, Erdoğan’a yarayacak” diyen Demirtaş’a yanıt olarak, ittifakın TİP lehine tasarrufta bulunmasını dile getirebilenler, seçimden sonra lazım olacak omuz omuza mücadelenin, seçimden önce alınan tutumlara sıkı sıkıya bağlı olduğunu görmek zorundalar.
Şenol Karakaş
(Sosyalist İşçi)