Karl Marx ile Friedrich Engels, 1845 yılının ilkbaharında kaleme aldıkları, fakat yayıncı bulamadıkları için yayınlatamadıkları, ancak çok sonra, 1932 yılında basılacak olan Alman İdeolojisi adlı eserde, “normal” zamanlarda toplumun genelinin neden egemen sınıfla aynı şekilde düşündüğünü açıklıyorlardı: “Egemen sınıfın düşünceleri, her çağda egemen düşüncelerdir: Yani, toplumun maddi egemen gücü olan sınıf, aynı zamanda egemen fikrî güçtür. Maddi üretim araçlarını elinde bulunduran sınıf, bu sayede aynı zamanda zihinsel üretim araçlarının da üzerinde denetim kurar; böylelikle zihinsel üretim araçlarından yoksun olanların düşüncelerini de, genel olarak, kendine tabi kılar. Egemen düşünceler, egemen maddi ilişkilerin fikrî ifadesinden, düşünceler halinde kavranan egemen maddi ilişkilerden, yani bir sınıfı egemen sınıf yapan ilişkilerden başka bir şey değildir.”
Toplumun maddi egemen gücü, yani üretim araçlarını elinde bulunduran sınıf(lar)ın esas çabası, kapitalist sömürü çarklarının sorunsuz bir şekilde dönmesini sağlamaktır. Yani üretim sorunsuz bir şekilde devam etmeli, işçiler sömürü koşullarını mümkün olduğu kadar gönüllü bir şekilde kabul etmeli, tüketim de yeniden üretimi destekleyecek bir hızda gerçekleşmeli, bu esnada işçilere asgari bir şekilde çalışabilecekleri ve tüketebilecekleri sağlık hizmeti verilmeli, üretim sürecini aksaklığa sebep vermeden sürdürebilecekleri donanıma sahip olmaları için yeterli – ama fazlası değil – eğitimi almalıdırlar. Bu liste çok daha ayrıntılandırılmalı ve uzatılmalıdır.
Ancak tarih, sömürülenlerin sömürülmeye gönüllü olarak rıza göstermemelerinin kanıtlarıyla doludur, hatta bizatihi tarih dediğimiz şeyin kendisi, sömürülenlerle sömürenler arasındaki mücadelenin bir sonucudur. İşçilerin sömürü koşullarını mümkün olduğu kadar “sorunsuz” kabul etmelerini sağlamak için egemen sınıflar pek çok yöntem ve araç kullanır. Mevcut sömürü düzeninin en iyi sistem olduğu her vesileyle ifade edilir, başka sistemler de mümkün diyenler hayalperest ve sonunda toplum düşmanı dahi ilan edilir, sömürülenlerin, yani kapitalist sistemde işçi sınıfının birlik içinde sömürü düzenine karşı mücadele etmemesi için sınıf bölünüp parçalanmaya çalışılır. Sınıf, erkek –- kadın, hetero – LGBTİ+, yerli – yabancı, yaşlı – genç, Türkiye özelinde Müslüman olan – olmayan, Türk olan * olmayan diye bölünür. Kimi insanların diğerlerinden daha üstün niteliklere sahip olduğu, diğerlerinin bunlara hizmet etmesi gerektiği fikri durup dinlenmeden anlatılır. Hatta bu üstünlük durumu diğer canlılar üzerinde de uygulanır; insan, canlıların en üstünüdür ve diğer canlılar insana hizmet etmelidir. Toplumdaki sömürü ilişkisi, insanlar ve diğer canlılar üzerine uygulanır ve her iki durumdaki sömürülen-sömüren ilişkisi, karşılıklı olarak birbirini besler.
Egemen kapitalist sınıfın ve onun icra organı olan devletin, işçilerin bakışlarını sömürü düzeninin kendisine değil de başka yerlere kayması için düşmanlar yaratması da sıkça rastlanılan bir durumdur. Sovyetler Birliği döneminde “komünizm” hak ve özgürlük mücadelesi yürüten işçileri ve ezilenleri “kötülemek” için kullanılan bir kavramdı. Yunanistan, geleneksel düşman olduğu iddiasıyla her daim düşman olarak gösterilir. Kürtler de batılı işçilere kendilerini yok etmek isteyen emperyalist güçlerin maşalığını yapan düşman olarak gösterilir. Bunu en uç noktasını, Türk faşizminin önde gelen isimlerinden Nihal Atsız, oğluna vasiyetinde ortaya koyar. Atsız, neredeyse dünyadaki bütün ulusların isimlerini teker teker saydıktan sonra, oğluna şu şekilde seslenmektedir. “Bu kadar çok düşmanla çarpışmak için iyi hazırlanmalı. Tanrı yardımcın olsun.”
Ancak işaret edilen bütün bu düşmanların arasında Ermeniler özel bir yer tutar. Abdülhamit döneminde yürütülen “ümmete dönüş” politikaları temelinde yürütülen Ermeni katliamları, 1915 yılında İttihat ve Terakki’nin tek parti diktatörlüğünde Türk/Müslüman/Sünni esasına dayanan bir ulus devlet kurma projesinin hayata geçirilmesiyle birlikte bir soykırıma dönüştü. Sadece Ermeniler değil, başta Rumlar olmak üzere imparatorluğun Hıristiyan halkları neredeyse son ferdine kadar katledildi, taşınır taşınmaz servetlerine el konuldu ve yeni Türkiye devletinin burjuvazinin sermayesinin önemlice bir kısmı bu kanlı servetle sağlandı. Bu sermaye transferi yapılırken, dağılmakta olan imparatorluğun geniş topraklarından çok sayıda Müslüman, nüfus mühendisliği çalışmalarıyla Ermenilerden (ve Rumlar ile diğer halklardan) boşalan yerlere iskân edildi. Egemen sınıfların sözünden çıkmamaları için de “Buradan başka gidecek yeriniz yok. Burası son durak. Ermenilerin ve Rumların topraklarına ve evlerine yerleştiğinizi biliyorsunuz. Bunlar geri dönerek sahip olduğunuz her şeyi elinizden almak için fırsat kolluyorlar. Sadece onlar değil; vaktiyle taşeronluğunu yaptıkları emperyalist devletler de aynı fırsatı kolluyor. Sizi ancak biz koruyabiliriz ve bizim dediğimiz her şeyi yapmazsanız, bunlar sizi de bizi de yok edecekler.” korkusu yüreklerine yerleştirildi.
Bu korku, bugün de canlı bir şekilde yaşıyor. Hak ve özgürlük mücadelesi veren öznelerin veya grupların “Ermeni olmakla” itham edilmediği, milyonlarca işçinin ve ezilenin nezdinde “itibarsızlaştırılmadığı” gün yok gibi. Tamamen bir önyargı halini almış olan bu korkunun üstesinden gelebilmek, işçi sınıfının bakışlarını hayali düşmanlardan çevirerek patronlara yöneltmek, Ermeni soykırımıyla yüzleşmeyi ve hesaplaşmayı gerektiriyor. Ancak işçi sınıfını ve ezilenleri bunu yapmaya ikna etmek, sınıfın gündelik mücadelesi içinde, sınıfın güvenini kazanmakla mümkün olur.
Atilla Dirim
(Sosyalist İşçi)