Maraş merkezli iki büyük depremle büyük bir yıkım yaşandı. Pek çok yer neredeyse haritadan silinmiş gibi, on binlerce insan yıkıntıların altında kurtarılmayı bekliyor. Arama kurtarma ekipleri, ekipmanları yok. İnsanlar kendi olanaklarıyla yakınlarını yıkıntılardan çıkarmaya çalışıyorlar. Şiddetli artçı depremler nedeniyle insanlar evlerine giremediler. Bütün geceyi dışarda kar soğuğunda geçirdiler. Çadır, enerji, gıda gibi temel ihtiyaçlara ulaşılamadı. Bir haber sitesinde yıkıntılar altında kalan dört çocuğunun başında bekleyen bir kadının “devlet nerede?” diye sorduğunu görüyoruz. Benzer manzaralar 1999 Gölcük depreminde de yaşandı. Devlet göçük altında kalan insanlara 72 saat boyunca ulaşamadı. Gıda, sağlık hizmetleri, çadır gibi temel ihtiyaçlar karşılanmadı. O dönem devletin yönetiminde DSP-MHP-ANAP koalisyon hükümeti vardı. Hükümet felaketi fırsata çevirdi. Deprem Sigortası, özel iletişim vergisi olmak üzere emekçilerin üzerine ek vergiler getirmekle yetinmedi, emeklilik yaşını ve prim gün sayısını da arttıran mezarda emeklilik yasasını yürürlüğe koydu. Bugün iktidarın aparatına dönüşen Yeni Şafak gazetesinin o gün attığı manşet “ Devletin çöküşü”ydü.
Devlet çökmedi ama devletin sınıfsal karakterini milyonlarca emekçinin açısından ortaya çıkaran bir işlevi oldu depremin. Yetkililer hiçbir iş yapmadıkları gibi emekçilerin seferberliğiyle ulaştırdıkları yardımları çöp dağlarını dönüştüren “Kriz merkezleri” kurdular. Silahlı kuvvetler insanlara ekmek dağıtmadı. Enkaz altında kalan insanları kürekleriyle, buldozerleriyle, çıkarmadı. Düzeni sağlamak için tanklarıyla silahlarıyla bölgeye gitti. Yaralananların sağlık hizmetlerine ücretsiz ve kolay ulaşımını sağlamadı. MHP’li Sağlık Bakanı dışardan gelen kan bağışlarının “Türk kanına bulaşmaması” gerektiğini söyledi.
99’unun üzerinden neredeyse çeyrek asır geçti ama devlet katında değişen bir şey yok.
Felaketleri fırsata çeviren bir iktidar
Neo-liberalizmin önde gelen figürü Milton Friedman, “bir felâket sonrasında her türlü politikayı rahatlıkla uygulayabilirsiniz” diyordu. Bunu gayet iyi bilen Cumhurbaşkanı Erdoğan her türlü felaketi fırsata çevirmekte oldukça hünerli. Neredeyse inşaatla özdeşleşen AKP iktidarı emekçilerden toplanan vergileri, duble yollara, demiryollarına, havayollarına, aktarırken, devası rant ve talan projeleriyle sermayeyi ihya etti. 2011’de yaşanan Van depremi sonrasında yaşandığı gibi “kentsel dönüşüm” adı emekçilerin mülklerine çöküldü. Hak sahiplerine enflasyon oranındaki uzun vadeli kredilerle fark ödettirilerek, müteahhit şirketler ve bankalar için yeni kaynaklar yaratıldı. Tüm kriz ortamlarını fırsata çeviren iktidar pandemi sırasında bu tutumunu sürdürdü. GSYH’lerine göre pandemi destek ve harcamalarında Türkiye yüzde 1,9 oran ile en az yardım yaparken, açlıkla, varlık arasında ikileme düşen milyonlarca emekçiye İBAN numarasını yollayabildi. Yüzde 70’i emekçilerin vergilerinden oluşan hazine kaynakları sermaye ve savunma giderlerine aktarılmakta. Birkaç hafta önce iktidar bütün sektörlerdeki patronlar için 200 milyar lirası hazine destekli, toplam 250 milyarlık kredi paketini kullanıma açtı.
Devletin baskıcı ve sınıfsal karakteri
Kapitalizmin ürünü çoklu krizlerin yaşandığı “felaketler ve devrimler çağı” tanımına yol açan, milyonlarca insanın, canlının, yok olduğu, ekosistemin çöktüğü, pek çok yangın, kasırga, sel gibi iklim anormalleikleriyle yüzleşiyoruz. Covid 19 gibi milyonlarca emekçinin yaşamına mal olan salgın hastalıkları yaşandı. Bu felaketlerin hiçbirinde yoksullar, emekçiler aranılan devlete ulaşamadı. Ekonomik kriz dahil, tüm felaketlerde emekçiler yüzüstü bırakıldı. Neredeyse bir kural haline dönüşen tüm bu olaylarda iktidarda bulunan hükümetlerin payı var. Ancak, kamu görevlilerin yozlaşması dahil her bir krizin felakete dönüşmesi kapitalist devletin sınıfsal yapısından kaynaklanmakta. Kapitalistlerin her birinin kâr için hareket etmesi, devletlerin de kapitalistleri desteklemesi, devlet ve sermaye arasındaki karşılıklı ilişki ekonomi olmak üzere pek çok alanda krize yol açarken, felakete varan tüm sonuçları işçi sınıfına fatura edilir. Kapitalist toplumda reformistinden, liberaline, otoriter tüm hükümetler, karlarını artırmak isteyen şirketlerin havuç ve sopadan oluşan programını uygulayan versiyonlarını oluştururlar.
Pervasız iktidar vasat muhalefet
Tüm yetileri merkezileştiren Türk Usulü Başkanlık Sistemi de bu versiyonlar içinde benzersiz örneklerinden biri kuşkusuz. Alper Görmüş’ün doğru bir biçimde tespit ettiği gibi “felaket halinde bile esas derdi eleştirileri bastırmak olan bir devlet ve iktidar” var emekçilerin karşısında. Aslında, cumhuriyet tarihi göz önüne alındığında iktidarın hukuksuzluk ve nobranlıklarının, tek bir vaka olmadığı da görülecektir. İmparatorluktan arta kalan coğrafyada kurulan, coğrafya üzerinde yaşayan tüm ulusları baskılayan, tüm sınıfsal farklılıkları egemen sınıf lehine sönümlendirmeye çalışan Kemalist devlet yapılanmasına bakıldığında devlet ve toplum ilişkisinin temelinde çürüme olduğu görülecektir. Cumhuriyet ve sonrasında kurulan tek parti diktatörlüğünden, darbeler tarihine, koalisyon hükümetlerine kadar kurulan tüm hükümetlere baktığımızda pek çok felaketin, skandalın, hukuksuzlukların yaşandığı görülür. Liberalinden, muhafazakarına, demokratına, “komünistine” kadar oluşan tüm siyasi yapılar, Kemalizm ideolojisi tarafından konulan “ulus devlet” sınırlarından fazla uzaklaşamaz. Uzaklaşamaz çünkü, Kemalizm’in devlet anlayışı ve hukuk sistemini kabul etmeyen hiçbir burjuva partisinin ülkeyi yönetmesi mümkün olamaz. Bu kadar pervasız bir iktidar karşısında bu kadar vasat bir muhalefetin olmasının temel nedeni de budur.
Bu ağır depremde de aranan devlete ulaşamamamızın nedeni, devletin var olmaması değil, başka önceliklerinin olması ve eziyet etmek dışında işçilerin ve yoksulların devletin radarına asla giremiyor olmasıdır.
Çağla Oflas
(Sosyalist İşçi)