Aradan 12 yıl geçmişken, AKP’nin 20. yılını değerlendiren bazı ulusalcı sosyalist çevreler 2010 yılında gerçekleşen referanduma politik bir açıdan anlamlandırılamayacak şekilde, psikolojik etmenlerin devreye girdiği intikamcı bir yaklaşımla kelimenin tam anlamıyla takıntılı olduklarını gösterdiler.
AKP’nin 20. yılında, en önemli olayın, 2010 yılında gerçekleşen referandumda “Yetmez ama evet” denmesi olduğunu iddia eden bir yayın yaptılar.
Yalanlarıyla ve ulusalcılığıyla meşhur olan bir gazete; DSİP, Eşitlik ve Demokrasi Partisi, Ufuk Uras ve çalışma arkadaşları ve Birikim çevresi gibi grupların hepsini topluca liberaller diye bir bohçaya soktu, siyasal çevreleri AKP’nin bugün dönüştüğü ve özellikle 2016 yılından sonra devletin derinleri, MHP ve ordunun geleneksel kesimleriyle birlikte inşa ettiği rejimin sorumlusu ilan etmeye çalıştı.
Benzer bir tutumu Erkan Baş da AKP’ye karşı “20 yıldır mücadele edenler” diyerek başka bir bağlamda yaptı. Bu tutuma göre, 2010 yılında referandumda “Yetmez ama evet” diyen sosyalistler AKP’ye karşı mücadele etmemiş oluyorlar.
Bu akıl yürütmelerin köklü ideolojik ve siyasal yanılgılardan kaynaklandığını defalara tartıştık. Öncelikle, tartışmanın Marksistler arasında sürmekte olan bir tartışma olmadığının görülmesi lazım.
Tartışma görülmemiş bir cüretle hortlayan Kemalizm’in rüzgarını arkasına almaya çalışan sol Kemalistler ile Marksistler arasındadır.
Bu ne 2010 yılında “Hayır” kampanyası yapan her siyasal çevrenin sol Kemalist olduğu anlamına gelir ne de “Yetmez ama evet” diyen her siyasal çevrenin proleter sosyalist olduğu anlamına. Sadece, 12 sene sonra, hâlâ “Yetmez ama evet” kampanyasını tüm kötülüklerin başlangıcı ilan eden ve bunu yaparken olmadık yalanlar söyleyenlerin darbecilerin yargılanmış olmasından bu kadar üzüntü duymasının en sarih açıklamasının Kemalist olmaları olduğu anlamına gelir.
Devrimci bir örgütlenmenin ısrarlı çabaları değil de parlamenter örgütlenmelerin meclis, belediye meclisleri ya da farklı çalışmalarından umut besleyenlerin, bir referandum tutumunu tüm kötülüklerin kaynağı gibi göstermelerinin ve bu tutumun AKP’yi bugünlere taşıdığını ilan etmelerinin nedeni bağımsız siyasi faaliyet diye bir şeyden haberlerinin olmaması. Ulusalcı bir partiden belediye başkan adayı olmayı siyasi ufuklarıyla sınırlayanların elbette bir referandumda alınan tutumları bir partiyle özdeşleştirmeleri normaldir. Ama bunun tersi de doğrudur, tüm “Yetmez ama evet”çiler AKP destekçileri ise bu mantıkla tüm “Hayır”cılar da MHP ve CHP destekçileridir. Hatta Perinçek’in ve Evren’in siyasi çizgisindedirler.
Bu doğru değilse diğeri neden doğru olmak zorunda?
Yalanlara yaslanmak
Bu yalan beyanda bulunmayı solculuk yapmak sanan gazete “Yetmez ama evet” sloganı ile anayasa değişikliğini destekleyenlerin – en başta elbette DSİP’in adı yazıyor burada– “AKP ve cemaatin Türkiye’yi demokratikleştireceğini savundu”ğunu yazabiliyor. Eğer yalanın sözlük anlamının “aldatmak ereğiyle söylenmiş gerçeğe aykırı söz” olduğunu bilmeseydik bile bu gazetenin yaptığından bu tanımı çıkartabilirdik.
Diğer siyasal çevreler kendi açıklamalarını yaparlar elbette, ama DSİP adına vurgulamamız gereken şudur: İddia edilen bu cümleye benzer tek bir cümle dahi bulamazlar. Demokratikleşme, ne bir partinin, hele hele ne de bir cemaatin ürünü olabilir. Sosyalistlerin geleneği, sayısız eylemde ifade edildiği gibi demokrasi ve özgürlüklerin teminatının işçi eylemleri olduğunu anlatır durur. “Özgürlük işçilerle gelecektir!” sloganı bunu ifade eder. Demokrasi, işçi sınıfının aşağıdan yukarı tüm düzeylerde dişiyle tırnağıyla verdiği mücadelelerin toplamından, bu mücadelelerin egemen sınıftan ve devletten koparttığı haklardan başka bir şey değildir.
Sosyalistlerin görevi, “halka gerçeği açıklamaktır.” Sosyalist bir gazetenin de tek işlevi bu olmalıdır. Bu yüzden halka açıkça yalan söyleyenler ve bu söylenenleri yayınlayanlar ne sosyalisttir ne de o gazete sosyalist bir gazetedir.
Bir grupçuğun böyle yalanlara başvurmasının bir sebebi, genelde bu türden her grupçuğun yaptığı gibi, bir resmi tarih icat etme arzusudur. Zira siyasal alandaki hemen tek başarısı, içinden 10’dan fazla yeni partinin çıkmasını sağlamak olan bir partinin tarihindeki olumsuzlukları “liberallere” yükleyip 2010 referandumunda devrimci tutum alanları düşmanlaştırmak, 12 sene sonra bu tartışmaları bilmeyen insanların inanabileceği hoş bir resmi tarih icat etmektir.
Referandum öncesi
2010 referandumundan önce, 28 Şubat 1997’de post-modern olduğu iddia edilen ama düpedüz hükümet deviren bir darbe gerçekleşti iktidardaki Erbakan’ın partisine karşı. 28 Şubat’ın 1000 yıl süreceğini söyleyen komutanlar oldu. 28 Şubat darbesi, laik-dindar bölünmesinin şiddetini artırdı. Darbe Günlükleri açığa çıktı. MGK “Asılsız Soykırım İddiaları ile Mücadele Koordinasyonu” oluşturdu. Bir süre sonra 301. Madde devreye girecekti ve Türklüğü, Cumhuriyeti veya Türkiye Büyük Millet Meclisini alenen aşağılamak suçlamasından çok sayıda gazeteci, yazar ve aktivist yargılanacaktı.
9 Kasım 2005’te Şemdinli’de Umut Kitabevi bombalandı. Bombacılar suçüstü yakalandı. Dönemin Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Yaşar Büyükanıt, suçüstü yakalanan bombacı astsubaylardan birisi olan Ali Kaya için, “tanırım, iyi çocuktur” dedi. Santa Maria Katolik Kilisesi Rahibi Andrea Santoro, 5 Şubat 2006’da Oğuzhan Akdin tarafından Trabzon’da öldürüldü. Bu saldırıdan bir süre sonra Danıştay saldırısı gerçekleşti ve bir Danıştay Daire üyesi öldürüldü, dört üye yaralandı. 2007 yılının 19 Ocak’ında ise Hrant Dink öldürüldü. TBMM cumhurbaşkanlığı seçimi nedeniyle kilitlendi, dev bayrak mitingleri örgütlendi, cumhurbaşkanlığı krizi ve meşhur 367 vakası (bu, özünde karısı başörtülü birisi cumhurbaşkanı olamaz vakasıdır) nedeniyle AKP erken seçim kararı aldı, AKP oylarında patlama yaşandı ve Cumhurbaşkanını halkoyuyla seçme fikri gündeme geldi.
Evet, bu Birgün gibi ulusalcı yayın organları şunu bilmeliler. Şeytanın aklına cumhurbaşkanının halk oyuyla seçilmesi fikrini getiren, askeri darbeciler ve bu darbeci güçlerin şakşakçılarıdır.
2008’de AKP’ye “laiklik karşıtı eylemlerin odağı haline geldiği” gerekçesiyle kapatılması istemiyle dava açıldı. Mecliste kabul edilen başörtüsü özgürlüğü düzenlemesi Anayasa Mahkemesi tarafından iptal edildi.
2010 yılına gelindiğinde, sanıldığı gibi askeri darbeci güçler, cuntacılar gerileyen bir güç değillerdi. Üstelik, hem özgürlük için mücadele eden sosyalistlerin liberal olduğu tezleriyle bu milliyetçi sola destek veren tuhaf bir ulusalcı Troçkist eğilimin de sanmış olduğu şekliyle, bu durum burjuva fraksiyonları arasında yaşanan bir çelişkiden ibaret değildi. 2007’den 2010’a kadar aşağıdan mücadelelerin öne çıkan özgürlük, demokrasi, eşitlik ve vesayetçi güçlerle hesaplaşma eğilimini anlamadan, Hrant Dink’in arkasından yürüyenlerin yarattığı toplumsal basınç kavranmadan 2010 referandumunda alınan tutumu değerlendirebilmek mümkün değildir.
Referandumda neye evet dendi?
Çünkü şu değişiklikleri kapsıyordu:
1.Anayasa Mahkemesi'ne (AYM) bireysel başvuru yapma hakkı getirildi.
2.HSYK’nın yapısı daha çoğulcu ve temsilî hale getirildi, Yasama üzerindeki Yürütme etkisi önemli ölçüde sınırlandırıldı.
Bu değişiklik öncesinde HSYK’daki Yargı kökenli üyeler Yargıtay ve Danıştay tarafından seçilir ve cumhurbaşkanınca atanırdı. Hakim ve savcıların disiplin soruşturmaları Adalet Bakanlığı’ndan alındı, HSYK müfettişlerine verildi.
Değişikliklerin askeri darbecileri geriletmek açısından ordunun tahakkümüne yönelik maddelerinin başında meşhur Geçici 15. Madde’nin kaldırılması yer alıyor. 2010 değişiklikleriyle bu madde kaldırıldı ve 12 Eylül darbecilerinin yargılanmasının önü açıldı. Askerî yargının görev alanı çok daraltıldı. Askerler ağır cezalık suçlar için sivil mahkemelerde yargılanmaya başlandı. Askerî yargının yetki alanı sırf askerî işlerle sınırlandı. Askerler sivil mahkemelerde yargılanacak, ama siviller savaş hali dışında askerî mahkemelerde yargılanamayacaktı.
Referandumun ardından hem 12 Eylül darbecileri hem de 28 Şubat, 27 Nisan darbecileri ve diğer vesayetçi hamlelerin sorumluları yargılanmaya başladı.
Referandumdan sonra
Bu tartışmalarda ulusalcılar çok kurnaz bir yöntem izliyorlar. Referandumun gerçekleşmesinin ardından tek adam rejimine ışınlandığımızı sanıyorlar. Oysa arada devasa bir sınıf mücadelesi, direnişler ve bu direnişlere yönelik tepkilerin olduğu bir dönem var.
Ordunun siyasal alan üzerindeki hakimiyetinin kopmasıyla birlikte mecliste yeni bir anayasa için bütün partilerin masaya oturması, başörtüsü konusundaki yasakların fiilen bitmesi, Türkiye Cumhuriyeti tarihinde Kürt sorunundaki en radikal diyalog hamlesi olan çözüm sürecinin başlaması, Erdoğan’ın Dersim katliamı nedeniyle özür dilemesi, 1915 Ermeni Soykırımı anmalarının başlaması ve ilk kez (beklentileri karşılamaktan uzak da olsa) taziye mesajlarının gelmesi, andımızın kaldırılması, Mayıs 2011’de Türkiye’nin ilk imzalayan iki ülkeden biri olduğu İstanbul Sözleşmesi’nin yürürlüğe girmesi.
Gelişmeler tam da “Yetmez ama evet” diyenlerin tahmin ettiği şekilde sürüyordu.
Bu demokratik ivmelenme ortamında bir başka dinamik daha sahne aldı ve bir kent isyanına dönüşen Gezi eylemleri başladı. Arap Baharı’nın hızı ise Mısır’daki darbe ve Suriye’de rejimin kitlesel katliamlarıyla kesilmeye başladı. Sonra devreye başka vesayetçi güçler girdi. Fethullahçı darbecilerin 17/25 Aralık yolsuzluk dosyalarını devreye sokmalarıyla, çözüm sürecinin askıya alınmasıyla, Kobanê günleriyle, bombalı eylemler silsilesinin başlamasıyla, 2015 yılında iki seçimin arka arkaya yaşanmasıyla, HDP’nin 80 milletvekili çıkartmasıyla, hendek olayları denilen çatışma süreciyle şekillenen Erdoğan-Bahçeli ve devlet arasındaki ittifak görüşmeleri, 15 Temmuz 2016 darbe girişimiyle bir OHAL koalisyonuna dönüştü.
“Yetmez ama evet” kampanyasını eleştiren tüm ulusalcıların o çok nefret ettikleri Fethullahçı darbecilerin yolsuzluk tapelerini nasıl kullandığını biliyoruz.
Sorunları, askeri vesayetin gerilemiş olması
“Yetmez ama evet”çilere kin kusanların asıl sorunu, askerlerin ve vesayetçi yargının vakti geldiğinde İslamcı iktidardan hesap sormasını engellemiş olmamız.
Ermeni Soykırımı anmalarının gerçekleşmiş olması.
Aşağıdan mücadeleyle kısmi bir özgürlük ortamının gelişmiş olması.
2010 yılında Kenan Evren ve diğer darbecilerle, MHP ile, Perinçek’le aynı zeminde kampanya yapıp demokrasi karşıtı bir tutum aldıklarını unutamıyor olmaları.
Bir başka sorunları da 2010 referandumu sayesinde değil, tersine, 2010 referandumunda elde edilen kazanımları gasp ede ede, elimizden ala ala, Erdoğan etrafında bir Türk usulü başkanlık rejimi kuruldu. Erdoğan iki sene sonra, tıpkı ulusalcı sosyalistler gibi 2010 referandumunda hata yaptıklarını söylemeye başlamıştı. 2017 yılında bu dönüşüm tamamlandı ve HSYK tasfiye edilerek HSK’ya dönüştü, cumhurbaşkanına bağlı bir kurum haline geldi.
Darbeciler, milliyetçiler, devlet laikliğini sosyalistlerin savunabileceği bir ilke olarak ele alanlar 2010 yılında çok ağır bir yenilgi aldılar. Hem sandıkta hem de entelektüel olarak.
Darbeci komutanların yargılanması ise hiç unutamadıkları bir sızı haline dönüşmüş olsa gerek.
AKP’nin 20 yılında solun ne yaptığını bir referanduma indirgemelerinin temel nedeni budur.
AKP’nin 20 yılında devrimci sosyalistler, özgürlükçü sosyalistler her mücadelenin içinde yer aldılar. Ulusalcıların kimlik mücadelesi diye aşağıladığı direnişlerin içinde de, kadın hareketinde, LGBTİ+ mücadelesinde, göçmenlerle dayanışma kampanyalarında, Cumhuriyet tarihiyle yüzleşme mücadelesinde, “Özür diliyorum” kampanyalarında da yer aldılar, Gezi direnişinde de Kürt halkının eşitlik ve özgürlük mücadelesinde de, işçi direnişlerinde de 15 Temmuz darbesinin ardından kurulan OHAL rejiminin her bir zerresine karşı yürütülen direnişlerde de sosyalistler her zaman oradaydı. Diğer bir deyişle sosyalistler sadece AKP’ye değil, devlete karşı da mücadele ettiler.
Ulusalcılar ise son 20 yılı laiklik penceresinden ele almaktan bir türlü kurtulamadı.
Şenol Karakaş
(Sosyalist İşçi)