Jean-Luc Godard sinemasında devrim

27.09.2022 - 14:22
Alex Callinicos
Haberi paylaş

Oxford Üniversitesi'nde 21 yaşında bir öğrenci olduğum zamanlarda, Headington'daki Moulin Rouge sineması, geçtiğimiz hafta 91 yaşında vefat eden Jean-Luc Godard'ın filmlerinden oluşan bir festival düzenlemişti. Yanlış hatırlamıyorsam, bir hafta sonuna dokuz filmini sığdırmayı başarmıştım. Godard'ın sanatının karmaşık ve zorlu doğası göz önüne alındığında, benimki, bir serinin tüm bölümlerini art arda izleyerek aşırıya kaçmak gibi bir şeyden öteydi.

Bu özverili çabam, Godard'ın 1960'larda ve 1970'lerde uyandırmış olduğu o tutkunun tipik bir yansımasıydı. 1950'lerin sonlarında ağırbaşlı Fransız sinema sahnesini alt üst eden Nouvelle Vague adlı akımın bir grup genç entelektüelinden biriydi Godard. Klasik Hollywood sinemasını seviyorlardı; bu, Howard Hawks, John Ford ve Orson Welles gibi büyük yönetmenlerin hâlâ aktif olduğu bir dönemdi. Ancak Godard, son derece etkili olan incelikli ve huzursuz bir deneysel üslup geliştirmişti.

Filmlerinde en sevdiği yazarlardan alıntılar yapsa da bunlar entelektüel egzersizler sayılmazdı. Örneğin, şahsi favorim olan “Pierrot le Fou”da, ABD'li muzip yönetmen Samuel Fuller şöyle diyor: “Film bir savaş alanı gibidir. Aşk, nefret, eylem, şiddet, ölüm, hepsi olur... tek kelimeyle; coşkudur."

1960'ların ortalarına ait bir başka filmde Godard, resmettiği genç erkek ve kadınları “Marx ve Coca Cola'nın çocukları” olarak adlandırır. Bu tarifin yarattığı gerilim, o filmlerin de bir özetidir. Nitekim, General Charles de Gaulle'ün Beşinci Cumhuriyeti altındaki Fransa, hızla, ağırlıklı olarak kırsal bir ülke olmaktan, seri üretim ve tüketime dayalı gelişmiş bir kapitalist toplum olmaya dönüşüyordu.

Godard'ın 1960'lardaki filmleri – ki en büyük başarısı da buradadır– birçok yönden, bu değişime bir yanıt sunar. Tüketim ve reklam eleştirileriyle dolu olan bu filmlerinde, Godard'ın da şevkle katıldığı Mayıs-Haziran 1968'deki büyük işçi ve öğrenci isyanının yaklaşmakta olduğunu görebilirsiniz.

Ancak şiddet de yaklaşmaktadır. Godard, Fransız emperyalizminin, sömürgesi olan Cezayir'i bırakmamak için giriştiği acımasız savaşın zirvesinde uzun metrajlı filmler yapmaya başladı. Eleştirel teorisyen Colin McCabe'nin “öncekilerin zirvesi” olarak tanımladığı “Pierrot le Fou”, Vietnam'da yaşanan başka bir emperyalist savaşı konu alır. Bilhassa da, parasız kalan Pierrot (Jean-Paul Belmondo) ve Marianne’in (Anna Karina) ABD askerlerini eğlendirmek için, birkaç kibritle düzenledikleri napalm bombası sahnesi mükemmeldir.

Godard'ın birçok filminde görüntü yönetmenliği yapmış olan Raoul Coutard, filmlerinin "ölüm ve aşkın imkansızlığı" üzerine olduğunu söylüyordu. Bu Pierrot için de kesinlikle geçerlidir. Pierrot ve Marianne'in trajik ilişkisini, sinemaskop bir Akdeniz manzarasına karşı, olağanüstü bir söz ve imaj kolajıyla izleriz. Bu sahne aynı zamanda, Godard'ın, başroldeki Anna Karina ile evliliğinin dağılmasına ilişkin de bir şeyler anlatır. Karina, sinema tarihinin en büyük isimlerinden biriydi ve yönetmenin erken dönem filmlerinin büyük bir kısmında başrollerdeydi.

Eleştirmen Nigel Andrews, büyük Alman Marksist şair ve oyun yazarı Bertolt Brecht'in etkisini de vurgular ki bunda çok haklıdır. O, kurgusal yapısını gizlemeyi reddeden, seyircisiyle diyalog halinde kalan bir tiyatro oyunu yaratıyordu; "Godard, sinemadaki oyunculuğun rol yapmaktan fazlası olduğunu göstermek için çaba sarf etmezdi.” Pierrot'un doğrudan kameraya konuştuğu ve Marianne'in ona "Kiminle konuşuyorsun?" diye sorduğu harika bir sahne vardır. "İzleyiciler" diye yanıtlar ve kadın da dönüp bizlere "Ah, onlar" der gibi bakar.

Mayıs 1968'den sonra Godard politik olarak çok daha kararlı hale geldi. 1967'de Fransız öğrencileri (La Chinoise) kendisine çeken, Maoizm hakkındaki oldukça çelişkili filmini yaptıktan sonra kendisi de bir Maoist oldu. O dönemin filmleriyse hiçbir açıdan başarılı sayılamazdı. Gerçi British Sounds (1969), bir otomobil montaj hattının etkileyici bir uzun çekimiyle başlıyordu. Film Oxford'da, birkaç yıl sonra benim de Godard filmlerini tıka basa yiyeceğim yerden çok uzakta olmayan bir noktada çekilmişti.

Godard, hayatı boyunca film ve siyaset ilişkisiyle boğuştu. 1980'lerde uzun metrajlı filmlere kısa bir dönüş yaptı ama hemen ardından, başta “Sinema Tarihi” adlı bir video olmak üzere birçok farklı projeye imza attı. 

Kendisinin Orson Welles için yazdıkları, Godard’ın o hayret verici güzellikteki ilk filmlerinin de bir özetidir adeta; "Hepimiz her şeyi, her zaman ona borçlu olacağız."

Alex Callinicos

Çeviri: Tuna Emren

Bültene kayıt ol