Truss ve Kwarteng için sıkıntılı zamanlar

19.09.2022 - 17:07
Alex Callinicos
Haberi paylaş

Liz Truss'un enerji konusundaki hamleleri sokaktaki talepleri karşılamıyor.

Kraliçenin ölümü Liz Truss'un lehine bir gelişme oldu. Böylece ilgi kendisinden geri çekilip Windsor pembe dizisine yöneldi. Kraliyet taraftarlarının önümüzdeki birkaç hafta boyunca sürdürecek gibi göründükleri dalkavukluklarının gölgesinde kalma avantajından faydalanacak gibi görünüyor.

Ancak bu, yeni Truss hükümetinin başının her halükarda büyük bir belada olduğu gerçeğini değiştirmez.

Truss, hızla yükselen enerji fiyat tavanını 2.500 sterlin gibi çok yüksek bir seviyede dondurarak, acilen çözülmesi gereken bu zorluk karşısında akıllıca bir hamle yapmıştı. Ancak bu adımın maliyeti çok büyük olacak – tahminen 150 milyar sterlin kadar.

Yeni Maliye Bakanı Kwasi Kwarteng gelişmeleri şöyle yorumluyordu; "İnsanların kışı geçirmesine yardımcı olmak adına bir miktar mali gevşemeye gidilmesi gerekecek." Başka bir deyişle, hükümet bu parayı borç alacak. Kwarteng'in görevdeki ilk eylemlerinden biri, Hazine'nin daimi sekreteri Sör Tom Scholar'ı görevden almak oldu. Bu iki gelişme birbiriyle bağlantılı gibi görünüyor.

Truss'un kampanyası, Hazine'nin ekonomik görüşlerinin "tutuculuğunu" hedef alıyor, özellikle de harcamaları (vergileri artırmadan) büyütme fikrine karşı çıkıyor olmasını eleştiriyordu. Fakat bu pek de radikal bir tutum sayılmazdı. Nitekim, Rishi Sunak da pandeminin ekonomik sonuçlarıyla mücadele için, devlet harcamalarının büyük ölçüde artırılmasının tartışıldığı görüşmelere başkanlık etmişti ki bu da yine borçlanılarak karşılandı. Ancak önemli bir farkla…

O zaman, devlet borcundaki bu artışı İngiltere Merkez Bankası karşılamış, 2020'de 450 milyar sterlinlik devlet tahvili satın alarak Sunak'ın harcamaya niyetlendiği bütçeyi para basma yoluyla telafi etmişti. Fakat Financial Times’ın geçtiğimiz günlerdeki bir manşeti, durumun bu sefer farklı olacağını gösteriyor; “Liz Truss, ekonominin nasıl canlandırılacağı konusunda İngiltere Bankası (Bank of England) ile ciddi bir anlaşmazlık yaşıyor.”

Nedeni basit; enflasyon hızla yükseldi ve büyük ekonomilerin pek çoğunda çift hanelere ulaştı.

Sonuç olarak, pandemi sırasındaki fazladan devlet harcamalarını finanse etmekten mutluluk duyan merkez bankaları bu sıralar taktik değiştirmeye başladı. Şimdi ekonomiyi yavaşlatmayı ve işsizliği büyütmeyi hedefliyor, faiz oranlarında keskin artışlara başvuruyorlar. Bu gerçek, Avrupa Merkez Bankası (ECB) yönetim kurulu üyesi Isabel Schnabel tarafından geçtiğimiz ay şöyle ifade edilmişti; “Merkez bankalarının 1980'lere kıyasla daha yüksek bir fedakarlık haddi ile karşı karşıya kalması muhtemeldir.”

Financial Times ‘fedakarlık haddi’nin “enflasyonun tekrar kontrol altına alınabilmesi amacıyla, daha zayıf büyüme ve daha düşük istihdam yaratma açısından, merkez bankalarının ne kadar acı çekmesi gerektiğini gösteren” bir veri olduğunu söylüyordu.

İngiltere Merkez Bankası, Şubat ayında yeni bir faiz artışı döngüsü başlattı ve faiz oranlarını hızla yükselten – hatta bunu yapmaya devam edeceğini bildiren – ABD Federal Rezerv Kurulu da süratle ona yetişti.

Bunun bir etkisi, doların diğer para birimleri karşısında yüzde 14 değer kazanması oldu. Bu hamle, diğer merkez bankaları üzerinde, kendi para birimlerini korumak adına faiz artışına gitmeleri için bir baskı oluşturuyor. Sonuçta euro, dolar karşısında zayıfladı ve genel itibarıyla kontrolsüzce hareket etmekte olan Avrupa Merkez Bankası da geçtiğimiz haftalarda faiz oranlarını bir kez daha (yüzde 0,75) artırdı.

Yaygın öngörü, sterlin'in de dolar karşısında zayıflayan euro'yu takip edeceği yönünde – ki bu büyük bir düşüş olacak. Üstelik, Euro bölgesinin aksine, İngiltere, ihraç ettiğinden çok daha fazlasını ithal eden bir ülke durumunda için, muazzam oranda ödemeler dengesi açığı da veriyor. Deutsche Bank geçen hafta şöyle bir uyarıda bulunuyordu; “Cari hesap neredeyse yüzde 10 açık verme riskiyle karşı karşıya kalmışken, ani bir duraksama ihtimali de artık göz ardı edilebilecek kadar önemsiz bir risk olmaktan çıkmış oldu. İngiltere, dış dengeyi finanse edebilmek için gereken yabancı sermayeyi çekememe ihtimaliyle karşı karşıya.”

Truss ve Kwarteng kendilerini, tıpkı 1976'da İşçi Partisi hükümetinin Uluslararası Para Fonu'ndan yardım istemek zorunda kaldığı zamanlarda yaşadığına benzer bir durumda bulabilirler.

Beklenebileceği gibi, İngiltere Merkez Bankası başkanı Andrew Bailey de bu ölçekte bir çöküşü önleyebilecek durumda değil. Hal böyle olunca, baş ekonomisti Huw Pill’in, geçen hafta Truss'un fazladan harcamalarının mal ve hizmetlere olan talebi canlandıracağı ve enflasyonu artıracağı konusundaki uyarılarına şahit olmamız da gayet doğal bir durumdu. Güçlü bir imayla, Banka'nın faiz oranlarını, planlandığından daha fazla artırarak yanıt vereceğini bildirdi.

II. Elizabeth'in cenaze töreni, İngiltere’nin devlet kademelerine kısa süreli bir avantaj sağlamış olsa da Truss hükümeti ile Banka arasındaki bu çatışma, devletin giderek derinleşen bir kriz içinde olduğunun bir başka göstergesidir.

Alex Callinicos

 

Socialist Worker'dan Tuna Emren çevirdi.

 

Bültene kayıt ol