Bankalar faiz oranlarını ‘balyoz’ gibi kullanıyor

28.06.2022 - 16:05
Alex Callinicos
Haberi paylaş

En belirgin özelliği, olağanüstü istikrarsızlık olan tuhaf bir zaman diliminde yaşıyoruz. Büyük kapitalist ekonomileri yönetenlerin önemli bir kısmı artık kabak tadı verdirecek kadar basmakalıp örnekler olsa da, koşullar onları sıra dışı siyasi dönüşümlere zorluyor. Bunun son örneği, enflasyon karşısında yaşanan panikte ortaya çıktı.

2021 yazından bu yana hiç hız kesmeden yükselmeye devam eden enflasyon oranı, bu istikrarsızlığın giderek derinleştiğinin açık bir göstergesidir. Büyük ekonomiler aslında on yıldan fazla bir süredir enflasyonu sıfırın üzerine çıkarmak için mücadele ediyordu. Şimdiyse hepsi son 40 yılın en yüksek seviyesi olan çift haneli enflasyon değerlerini görmeye başladı.

Küresel ekonomi, yükselen enflasyonu, İkinci Dünya Savaşı’ndaki büyük buhrandan bu yana, ekonomik toparlanma belirtisi olarak okuyor. 2020-1'de Covid-19 salgınının ilk zamanlarda yaşanan yükselişin sebep olduğu enflasyon da bu nedenle, ekonomik toparlanmanın yansıması olarak görülmüştü. Mal ve hizmetlere olan talep artarken tedarik zincirleri kesintiye uğradı; işçilerin bir kısmı iş değiştirmek zorunda kalırken bir kısmı da işgücü piyasasından çıktı ve bu sırada doğal gaz için girişilen uluslararası rekabet iyice şiddetlendi. Ukrayna Savaşı, gıda ve enerji fiyatlarının daha da yükselmesine sebep oldu.

Çin ise bir istisnaydı. Doğrusu, Mayıs ayında tüketici fiyat endeksi bir önceki aya göre yüzde 0,2 düşmüş görünüyor. Çin ekonomisi, Şanghay ve Pekin gibi şehirlerdeki pandemi önlemleri nedeniyle bir durgunluk evresi yaşadı. Siyasi yönetim, şirketleri özellikle hızla gelişen ihracat pazarına yatırım yapmaya ve daha fazla üretmeye teşvik ederek büyümeyi yeniden artırmak için çabalıyor.

Neoliberal çağda ekonomilerin başlıca yöneticileri haline gelen merkez bankaları ise şimdi panik içinde. 2007-9 Küresel Finansal Krizinden bu yana faiz oranlarını çok düşük tutma eğilimi sergilediler ve bu esnada finansal sisteme para pompalamaya devam ettiler. Fakat artık bu politikaları da tepetaklak oldu.

“Ücret-fiyat sarmalı” merkez bankalarını korkutuyor. Enflasyondaki artışın sebebinin yükselen kâr oranları olduğuna dair yeterli sayıda gösterge bulunmasına rağmen, işçilerin düşen alım güçlerini iyileştirmek adına daha düzgün ücretler talep ederek greve gitmelerinden korkuyor ve bu nedenle onları – beraberinde tüm ekonomiyi- iyice köşeye sıkıştırıyorlar.

Başlıca kozları ise faiz oranları. Bu eğilim Şubat ayında İngiltere Merkez Bankası ile başladı, fakat şimdi bayrağı ABD Federal Rezerv Kurulu taşıyor: Geçtiğimiz hafta faiz oranlarını yüzde 0,75 artırdılar. Genellikle faiz oranlarındaki değişiklikler yüzde 0,25 gibi çok daha küçük dozlarda uygulanır, ancak ABD bunu bilhassa yapıyor.

Financial Times gazetesinin “Unhedged” sütununa göre, bu politika “alacakları artırıyor, dolayısıyla şirketlerin daha az yatırım yaptığı ve tüketicilerin daha az harcadığı” bir süreç yaratıyor: “Mal varlığı fiyatlarının düşmesine sebep olurken varlık piyasalarının paraya çevrilmesi ihtimalini azaltıyor, böylece şirketler ve hane halkı yoksulluğa itiliyor. Sonuç olarak hepsinin harcamaları azalır. İşsizler iş bulamaz, çalışan insanlar da işini kaybetme riskiyle karşı karşıya kalır. Ve bunu gelişigüzel bir şekilde uygular. Yani hassas bir neşter değil, tam anlamıyla bir balyozdur. Paramparça etmek üzere tasarlanmıştır.”

İngiltere ve İsviçre Merkez Bankaları da faiz oranlarını yükselttiler. Avrupa Merkez Bankası ise Temmuz itibarıyla başlayacağını duyurdu. Nitekim ABD Federal Rezerv Başkanı Jay Powell da önümüzdeki dönemde artırmaya devam edeceklerini açıkça belirtti – hatta tek seferde yüzde 1'e kadar çıkabileceklerini duyurarak...

ABD ayrıca parasal genişleme politikasına son vermeyi de planlıyor ki bu da finansal piyasaların etkin bir şekilde işlemesi için ihtiyaç duyulan parayı sağlamanın bir yolu olarak görülen devlet ve şirket tahvillerinin satın alınmasına son verecekleri anlamına gelir. Bu “parasal daralma” politikasının asıl tehlikesi, para piyasalarının tıpkı pandemi vurmadan önce (2019-20'de) yaşadığı gibi bir kez daha donup kalmasına yol açabilecek olmasıdır.

Powell, bu politikaların enflasyonu, bir resesyona yol açmadan ve hızla düşürmesini beklediğini söyledi. Ama onun “yumuşak iniş” diye tabir ettiği bu yöntemin işe yarayacağına inanan kimse kalmamış gibi görünüyor. İşte borsaların dünya genelinde bir düşüş yaşamasının sebebi de budur.

Özetle, Merkez bankalarının “balyozu”, işçileri reel ücretlerde yaşanacak büyük düşüşleri kabullenmeye zorlamak adına tasarlandı ve bu aynı zamanda işsizliği de artıracak.

Böyle bir şey en son Ekim 1979'da, o zamanki ABD Federal Rezerv başkanı Paul Volcker'ın uygulamaya kalkıştığı acımasız kemer sıkma döneminde yaşanmıştı. Bu, küresel neoliberalizmin yükselişi için de önemli bir dönüm noktası oldu. Volcker'ın politikalarının sonucunda ABD'de ekonomik durgunluk yaşanmaya başladı ve bu durgunluğun etkisi Üçüncü Dünya ülkelerinin borç krizini tırmandıran ana unsurla, yani değer kazanmış olan dolar aracılığıyla tüm dünyaya yayıldı.

Doğrusunu söylemek gerekirse, şahsen bir “Volcker şoku” daha yaşanmasını beklemiyorum. Kanımca, merkez bankaları bir noktada genişleme politikalarına geri dönmek zorunda kalacak. Ve bu sırada işçiler de ücretlerinin iyileştirilmesi için greve gidecek olursa her şey değişir, mevcut daralma politikalarının ömrü (hedeflendiğinden) çok daha kısa olur. 

Alex Callinicos

Socialist Worker’dan çeviren Tuna Emren

Bültene kayıt ol