Çin modeli tartışmasından. HDP’li tutuklu milletvekili Aysel Tuğluk’un çok ciddi sağlık sorunları yaşadığına dikkat çekmek istiyorum. Doktorların cezaevinde kalamaz raporuna rağmen cezaevinde tutulan Aysel Tuğluk’un cezaevinden çıkması, hemen özgürlüğüne kavuşması, sağlıkla ilgili tedavisinin uygun bir şekilde karşılanması gerekir. Hasta tutsaklara yönelik bu tarz yaptırımlara derhal son verilmeli.
Elbette Kara Salı’dan sonra ekonominin gidişatı temel bir tartışma alanına haline geldi. İktidar kesimleri tarafından dile getirilen bir öneri, sistematik bir programmış gibi sunulan Çin modeli tartışmasının arka planına bakmakta fayda var. Çok açık ki Türkiye’nin yönlendirildiği “Çin modeli” sistematik bir tartışmanın, ekonomik dinamiklere dair altyapı ayarlamalarının bir ürünü değil. Çin modeli bir uydurma. Öte yandan bu Çin modeli Türkiye işçi sınıfı ve toplum açısından bir dizi ağır fatura anlamına geliyor.
Çin gibi olmak
Çin gibi olmak, her şeyden önce 24 kişilik bir politbüronun, bir milyar 439 milyon gibi devasa bir nüfusun bütün ekonomik ve siyasi kaderine karar verilmesini kabul etmek demektir.
Çin gibi olmak sadece otoriterlikle açıklanamaz. Çin, tek parti diktatörlüğünün çok sert yaşandığı siyasal bir rejime sahiptir.
Çin’de üçlü bir yapı var. Çin Komünist Partisi (ÇKP) var ki üye sayısı 80 milyon civarında. Bir kongre var, siyasi rejimin bir bileşeni. Kongrenin 350 kişilik üyesi var, 5 yılda bir toplanıyor. Bir yandan da Merkez Komitesi içinden seçilen 24 kişilik bir politbüro var. Bu yapılanma dev bir nüfusu idare ediyor. Toplamda asalak devlet bürokrasisinin yardımıyla bu 500 kişi yönetiyor dev nüfusu.
Çin gibi olmak deyince aklımıza kazımamız gereken, Çin’in dev bir nüfusa, dev bir ekonomiye sahip olduğu, ama bürokratik bir kastın, yeni türden bir burjuva sınıfının ÇKP’de öbekleşmiş liderlikle yönetilen bir toplum olduğu. Dolayısıyla bu liderliğin üzerinde yetiştiği ayrıcalıklı bir sınıfın hegemonyası söz konusu olan. Çin’in hem ekonomik politikalarını hem de emperyal güdülerinin arkasında bu egemen sınıfın çıkarları yatıyor.
İkincisi, Çin ekonomik olarak elbette bir dev. 14,14 trilyon dolarlık GSMH’si ile ABD’den sonra dünyanın ikinci büyük ekonomisi. Ekonomik büyümesi de oldukça yüksek. Krizin arifesinde, 2007 yılında yüzde 14 büyüdü, 2008, 2009’da yüzde 9 büyüdü, sürekli büyüme yaşadı. Krizin etkilerini hissettikçe daha sonra büyümesi kademeli olarak yüzde 6-7 bandına düştü.
Çin’de Türkiye nüfusu kadar, 70 milyon işsiz var. 16-59 yaş arasında çalışanların sayısı, yani toplam işçi sayısı yaklaşık 890 milyon. Çin proletaryasının, dünya işçi sınıfın en büyük gövdesini oluşturduğu ortada.
Sadece Çin’de değil, Türkiye’den ABD’ye kadar bu göçmen meselesinin ne kadar can alıcı olduğu da görülüyor. Çin, dünya ekonomisinin ikinci büyük devi, tasarruflarının yüzde 40’ını yeniden sanayiye yatıran bir askeri sanayi kompleksi. Bu ekonominin can damarlarını çok ağır bir sömürü mekanizmasıyla göçmen işçiler oluşturuyor. Çin işçi sınıfının üçte birine yakını, 890 milyon işçinin 290 milyonu göçmen işçi. Göçmen işçilerin örgütlenme özgürlükleri, direnme hakları çok kısıtlı. İşçilerin alın teri, dünya ekonomisi açısından bir cazibe merkezi olan Çin ekonomisinin sürekliliğini sağlayan temel ögelerden birisi. Türkiye’de çok uzun bir zamandan beri yürürlükte olan göçmen işçilerin emeğinin sömürülmesi meselesi, Çin’de bir ekonomik model olarak devreye girmiş durumda. Göçmen işçilerin yüzde 27’si imalat, yüzde 19’u inşaat sektöründe çalışıyor.
Çin gibi olmak denildiğinde, bunun Türkiye işçi sınıfına, tüm ezilenlere ne ifade ettiğini anlamak için, örgütlenme özgürlüğü açısından da bakmak lazım. İşçilerin Çin devlet sendikasının dışında bir sendikaya üye olmaları mümkün değil. Dünyanın en büyük sendikal örgütlenmesi Çin’de. Çin Merkezi Sendikasının yaklaşık 303 milyon üyesi, 2,8 milyon taban sendikası var. Sendika, üyelerinin büyük çoğunluğunun üye olup olmadıklarını bilmedikleri bir sendika. Sendikal haklar devletle, Çin bürokrasisiyle, Çin’de tek tek fabrikalarda yoğunlaşan sermaye grupları ile mücadelesinde, işçi sınıfını savunan organlar değil. Çin sendikaları, Çin devletinin bürokratik aygıtının Çin ezilenlerinin üzerinde estirdiği devlet terörünün bir aparatı. Yukardan aşağı Çin bürokrasisinin taleplerini Çin ezilenlerine, işçilerine dayatan bir aygıt.
Türkiye’de yandaş sendikacılık denen model bile, Çin’deki sendikalar düşünüldüğünde demokratik görünebilirler. Hem tek sendika var, hem de ÇKP’nin merkezi kadrolarının yukardan aşağı örgütlediği bir yapılanmadan bahsediyoruz.
1982 yılında dünyadaki askeri darbelerle tırmanışa geçen neoliberal politikalar Çin’e de yansımış ve anayasadan grev hakkı çıkarılmıştı. “Zaten bir devlet komünist ise, işçi sınıfı devleti ise grev yapmaya ihtiyaç yoktur” fikri Stalinist karşı devrimle inşa edilen bürokratik devlet kapitalisti rejimlerin bir geleneği.
İşçi sınıfına önerilen sefalettir
Türkiye’de Kara Salıdan sonra Çin modelini önerenler; işçi sınıfının ücretlerinin düşüklüğünden, düşük işçi ücretleri üzerinden bir ekonomik canlanmadan, AB’nin hemen yanı başında pırıl pırıl bir yeni küçük Çin oluşturma ihtimalinden bahsediyorlar. Yıllar öncesinin küçük Amerika’sı söylemi, şimdi Küçük Çin’e dönüştü. Bu Çin açısından bir başarı. Bölgesel güç olma iddiasında bulunan rejimlerin Çin’i örnek alması, Çin’in emperyalist piramidin zirvelerinde olduğunu gösterir.
Çin modeli denen ekonomi, asgari ücretlerin ve ortalama işçi ücretlerinin oldukça düşük olduğu bir sömürü mekanizması özünde. Tam da asgari ücret zammı konuşulurken, bu modelin Türkiye’ye önerilmesi tesadüf değil. Çin’de asgari ücret 360 dolar civarında. 1 Ocak 2021’de Türkiye’de asgari ücret 382 dolar iken, Kara Salı sonrası 220 dolar gibi büyük bir gerilemeye maruz kaldı.
O yüzden Çin gibi olmaktan bahsedenler tek parti rejimini, devletin bir dediğini iki etmeyen merkezi devlet sendikacılığını, örgütlenme özgürlüğünün baskı altına alındığı, tek parti denetimi dışında siyasal özgürlüklerin olmadığı, insanların kaç çocuk doğuracağına sadece lafzi olarak karışan değil, pratik olarak müdahale eden şiddetli otoriter bir rejimi örnek olarak sunuyorlar.
Bu rejimin devasa Çin nüfusu içinde Çinli olmayan ulusal azınlıklara ne kadar şiddetli bir baskı yaşattığı ortada. Çin modelini önerenler bunu da görmezden geliyorlar. Çin modeli; insanların hiçbir hakka sahip olmadan olmadan, karın tokluğuna çalıştırıldığı, bunun karşılığını alamadığında isyan etme, örgütlenme, gösteri yapma hakkının polis, asker, devletin bütün mekanizmaları tarafından baskı altına alındığı, bütün sendikaların, sendikal çoğulculuğun ortadan kaldırıldığı bir rejim demek.
Milliyetçi bir büyüme propagandası
Ama bir yandan da, Çin’in dünyanın ikinci büyük ekonomik gücü olması insanların hoşuna gidebilir. Egemen sınıfların başarısı, siyasal iktidarları aracılığı ile toplumun ezilen emekçi çoğunluğuna hiçbir faydası olmayan bazı modelleri, simgeleri ve ekonomik-siyasi yönelimleri toplumun büyük çoğunluğuna faydalıymış gibi yutturmaktır.
Çin, 1980-2020 döneminde ortalama milli gelirinin yüzde 41,6’sını, tasarruflarının yarıya yakının yatırımlarda kullandığı için hem ABD’den hem pek çok ülkeden ciddi yatırım çekti. Bu kaynakları sadece inşaat, AVM, metro projelerine harcamadı. Bir iktisatçının dediği gibi Çin sabit sermaye yatırımlarının GSMH’ye oranı yüzde 40 olarak gerçekleşti. Çin olma teorisinden bahsedenler; baskı, şiddet, ağır çalışma koşullarından, buna karşı örgütlenme özgürlüğünün kısıtlanmasından bahsetmedikleri gibi, konunun bu yanından da bahsetmiyorlar.
Çin modeli, kaynak krizi
Türkiye’de Çin modelinin bir uydurma olduğunu, siyasi iktidarın peşinden koştuğu, tetiklediği, altından kalkamadığı ekonomik karmaşanın içerisinde uydurulmuş bir kavram olduğunu gösteren bir dizi veri var. Bunlardan birisi şu; daha Eylül ayı içerisinde iktidar Orta Vadeli Programdan bahsederken Çin modelinden bahsetmedi. İki ay önce gündemde Çin modeli yokken birden bire Kara Salıdan sonra bir Çin modelinin üretilmesi, yeni bir modelle bu modele uygun, ekonomik krizi kontrol altına alabilecek, bütün altyapı planlamalarının yapıldığı yeni bir sistematik planlama ile karşı karşıya olmadığımız açık.
Yine başka bir iktisatçının dediği gibi, bu tür bir modelin hayata geçmesinin önünde, Türkiye’nin bizim yıllardan beri dile getirdiğimiz kadim kaynak krizi meselesi var.
Örneğin Türkiye ithalat yapmadan üretim yapamayan bir ülke. İhracata dayalı bir ekonomik model ile dolarizasyonun sona ereceğini düşünmek bu açıdan bile tamamen hayal ürünü.
Türkiye’nin ara malı ve sermaye malları temininde dış ekonomilere aşırı bağımlığı var, dolayısıyla bu bağımlılığın etkisini artırdığı devasa bir kaynak krizi var. Finansman açısından da Türkiye ciddi biçimde dışa bağımlı. Hem devasa borçları ödemek açısından, hem de iç üretimin finansmanı açısından çok ciddi dış kaynaklara ihtiyacı var. “Türkiye’nin yurt içi tasarrufları mevcut yatırımları bile finanse edemiyor.”
Kurun sürekli artması çok net bir şekilde istikrarsızlık, istikrarsız bir ekonomiye ise dış kaynak gelmez. Uzun vadede de gelmesi mümkün değil. Kaynak krizinin ekonomik ve siyasi istikrarla bağlantısını kurmak açısından şu örneği verebiliriz:
Türkiye’yi bir birey olarak düşünürsek, yatırımlarını yapmak, sürdürmek, hayatını devam ettirmek için borca ihtiyacı olan birisi bu borcu ancak bir dizi kriteri yerine getirebilirse alabilir.
İnsanlar, kurumlar, bankalar; nasıl insanlara borç vermek için birincisi verilen borcu vadesi geldiğinde geri ödeyeceğinin garantisini ararlar. İkincisi bu parayı borç vermek yerine başka şekillerde değerlendirdiklerinde daha fazla kâ elde edeceklerse borç vermezler. Borcun faiziyle geri ödemesi en az başka yatırımlar kadar kârlı olduğunda borç verilir. Üçüncüsü borç verildiğinde borcu alan şahıs bu para ile vur patlasın çal oynasın diyemez, yani borcu geri ödemek amacıyla yapısal sorunlarını gidermek için adımlar atmazsa, aldığı parayı har vurup harman savuracaksa böylelerine de borç verilmez. Bir yandan da borç verilecek şahsın istikrarına bakılır. Bir ulusal ekonominin borçlanması için de geçerli kriterler bunlar.
Kaynak krizi ve borçlanma açısından bu konulara bakıldığında, “kur nereye giderse gitsin bizi ilgilendirmez”, “tek bir kararname ile istediğimiz adımları attık, bürokrasiyi azalttık, her türlü adımı atarız” gibi yaklaşımlar, borç verecekler açısından istikrarlı bir ekonomiye ve siyasi yapıya tekabül etmez.
Yine bir ekonomistin hesaplamalarına göre yılbaşında dış borçların TL karşılığı 3,2 trilyondu, şimdi 6,2 trilyon lira oldu. Bu tamamen kurdan kaynaklı bir istikrarsızlık. Bu istikrarsızlık Türkiye’nin kaynak krizini çözmek açısından, ucuz emek cennetine çevirse de, kaynakların Türkiye’ye geleceğinin garantisini sunmuyor. Çünkü bunun arkasında devasa bir ekonomik ve siyasi istikrarsızlık olduğunu herkes biliyor.
Kaynak krizine ek olarak bir başka veri de şu: Türkiye üretim ve teknoloji açısından, emek verimliliği açısından geri bir ülke, dolayısıyla ihracat yaparken dışarıya satacağı malları üretmesinin bir kapasite sınırı ve malların üretiminin bir kalite sınırı var.
O yüzden Çin modelini tartışırken Türkiye ekonomisinin gerçeklerini, özellikle üretim süreçlerindeki, sanayileşmiş ülkelerdekinin çoğuna göre düşük verimliliğe yol açan etkenleri, Türkiye’nin bir çırpıda küçük Çin’e dönüşmesinin önündeki engelleri yokmuş gibi davranmak kamuoyunu yanıltmaktan başka bir anlam sahip değil.
Seçimler için cansuyu
Zaten iktidarın Çin modelinin asli yanını, bunlar, yani kaynakların ve tasarrufların yüzde 50’ye yakınını üretime aktarmak oluşturmuyor. Toplumun büyük çoğunluğunun fakirleşmesi üzerinden bir ekonomik canlanma yaratmak ve bu canlanma ile beraber 2023’te olacağı düşünülen seçimlere gitmek oluşturuyor.
Yoksa ekonominin toparlanması oluşturuyor olsaydı, YEP gibi kavramların arkasına sığınılarak üretilen ekonomik adımların, verilen politik kararların maliyetinin inanılmaz derecede ağır olduğunu görmeleri beklenebilirdi.
Berat Albayrak ilk defa Yeni Ekonomi Politika’dan (YEP) söz edip 128 milyar doların satıldığı o döneme bütün bu faiz teorisi ile bakıldığında, 500 milyar liralık faiz yükünü, yüzde 20 den yüzde 15’e düşürdüklerinde, Karar gazetesinden bir iktisatçının dediği gibi elde edilecek tasarruf 100 milyar lira iken, sadece son 3-4 aylık kur artışının ekonomiye maliyeti 3,2 trilyon lira.
Dolayısıyla ekonominin toparlanması, ekonomik bir kurtuluş savaşı gibi iddialar gerçeği yansıtmıyor. Siyasi iktidar seçim kazanmak için gereken ekonomik canlanmayı merkezi ve temel sorun olarak görüyor. Bunun halka maliyetinin ağırlığı ise umurlarında değil, “elbette maliyeti halk ödeyecek, sermaye gruplarının ödeyecek hali yok ya” diye düşündükleri ise bir gerçek.
Bütün bu ekonomik, kaotik ve günü gününü tutmayan politikalar devam ediyor. Bir yandan Türkiye’nin en büyük ekonomik ortakları AB’nin hemen yanı başında küçük bir Çin yaratma önerileri geliyor. Bir yandan da 2 yıldır doları baskı altına almak için MB dolarları satılıyor, ama son 2-3 ayda da “dolar canı nasıl istiyorsa öyle zirve yapsın” deniyor.
Yani çelişkili ekonomik politikalar sanki yeni bir ekonomik politikaymış gibi gündeme getiriliyor. Bütün bunların arasında elbette TÜSİAD’da örgütlü, Türkiye’nin en çok ihracat yapan sermaye grupları, yandaş sermaye grupları çok büyük kârlar elde ediyor.
Çin komünist değildir, hiç olmamıştır!
Çin modeli dendiğinde en son tartışılması gereken başlıklardan birisi de, Çin’in komünist bir rejim olduğu iddiasıdır. Çin komünist değildir, hiçbir zaman da komünizm ile yönetilmedi. Komünizme yönelen bir toplumdan söz etmek sadece ve sadece işçi sınıfının iktidarda olduğu koşulda mümkündür. Çin gibi, 1930’ların Stalin Rusya’sı gibi, 1940’ların Doğu Bloku rejimleri gibi rejimler, devlet kapitalisti rejimlerdir, bürokratik azınlıkların işçi sınıfına rağmen iktidarda oldukları, işçi sınıfının ne ekonomik ne de siyasal karar alma süreçlerinde olduğu rejimlerdir. Çin örneğinde gördüğümüz gibi 24 kişilik politbüronun 1,5 milyar insanın kaderine karar verdiği rejimler komünist rejimler değildir. Bu rejimleri komünizmle alakalı imiş gibi göstermek, bir tür sosyalist yaşamın bu rejimlerde olduğunu düşünmek, hem Çin’in farklı ulusal azınlıklar üzerinde uyguladığı şiddeti anlaşılmaz kılar (hatta bu şiddetin sosyalizme içkinmiş gibi ele alınmasına sebep olur, bütün o antikomünist propaganda ile beraber). Öte yndan da Çin işçi sınıfının (herkesin aklında Tiananmen Meydanı’nda yapılan gösteriler kalmış durumda ama 2010’dan beri yavaş yavaş gelişen bir işçi sınıfı hareketi var Çin’de) hiçbir karar alma sürecinde olmadığı, tam tersine eylemlerinin devlet şiddeti ile bastırıldığı, sendikal özgürlüklerin yasaklandığı, devlet sendikalarına üyeliğin zorunlu olduğu bir rejimin işçi sınıfının doğrudan demokratik organları ile siyasal gelişmelerin kaderini belirleyemediği bir toplumun, sosyalist bir toplum olduğu yönündeki tuhaf bir görüşün gelişmesine yol açabilir.
Dolayısıyla Çinli milyarderlerin, müthiş sermaye yatırımlarını ve hareketlerini kontrol eden bürokratik kastın, devlet başlanlarının ölümüne kadar başkan olabildiği bir siyasi rejimin sosyalist bir rejim gibi algılanması, vahim bir sol hatadır. Çin modelinde, piyasayla denetimli bir ilişki içinde olan bürokratik devlet kapitalisti yapılanmanın egemenliğini yapan bürokratik bir kastın, 80-90 milyonluk bir partide hiyerarşik bir şekilde örgütlenmiş yeni türden burjuvaların, küresel sermayeyle içli dışlı bir şekilde, yaklaşık 900 milyonluk işçi sınıfının sömürülmesi, ezilmesi pahasına hâkimiyetini sürdürdüğünün altını çizmek önemli. Bunun sosyalizmle alakası olamaz.
Fakirleşme dayatması
Toparlamak gerekirse, iktidar tarafından model olarak öne sürülen Çin tartışmasında, bu “yeni” ekonomik iddianın sürüşün sistematik bir hazırlığın ve planlamanın ürünü olmadığı çok açık. Bu, içine yuvarlanılan muazzam kriz ortamında “şimdi de bunu kullanalım” diyerek gündeme getirilen ve esas olarak emek gücünün baskılanmasını amaçlayan bir siyasi adım. Düşük ücretlerle sermayelerin Türkiye’ye yatırım yapmasını amaçlayan bir modelden bahsediyorlar. Yaklaşık yüzde 40’a ulaşan son birkaç aydaki fakirleşme, şiddetli enflasyon, TL’nin değersizleşmesi, bu konuda, halkı fakirleştirme meselesinde kararlı olduklarını gösteriyor. Her zamanki gibi iktidar açısından krizden çıkışın, ekonomik canlanmanın sağlanmasının yolu, krizin faturasının emekçilere çıkartılmasından geçiyor. Türkiye kapitalizmi Çin modelinden bahsederken; çok daha otoriterleşmiş, tek partiye dayalı bir iktidarı, işçi sınıfı ve ezilenler üzerindeki şiddet mekanizmasına dayalı bir fakirleşmeyi öne sürüyor.
Bu hamleye işçi sınıfının yanıtının sertliği ve yaygınlığının derecesi ise önümüzdeki dönemin kaderini belirleyecek.
Şenol Karakaş