Cinsiyetçilik günlük yaşamımızın birçok alanında bireylerin bilinç altına ince ince işleniyor. Bu alanlardan biri, belki de en önemlisi sinema. Kitlelere filmler aracılığıyla aktarılan bu düşünceler egemen güçlerin kontrolünde olup onların yararını gözetecek şekilde düzenlenir. Kadınlara filmler aracılığıyla toplumsal yapı içerisinde yerine getirmesi gereken rolleri hatırlatan, şiddeti bir güç ve eşitsizlik ilişkisi yerine bireysel bir sorun, bir hastalık olarak işaret eden filmlerde bunu çok daha net görebiliriz. Ayrıca yaş ve cinsiyet ayrımcılığı, pek çok kadın oyuncunun sektörde yeteri kadar yer almaması ve erkek oyuncular ile eşit haklara sahip olmaması, kadın yönetmenlerin genelikle aday gösterilmemiş olması, kadın yönetmenlerin sayısının az olması, büyük bütçeli projelerin kadınlara "emanet edilmemesi" gibi sorunlar kadınların hem kamera önünde hem de kamera arkasında cinsiyetçiliğe maruz kaldığını göstermektedir.
2018 yılında sektördeki kadın hakimiyeti %8 iken 2019 yılında %13'e yükselmişti. 2020 yılında ise bu oranın %18 olduğu açıklandı. Ancak İlk 100 yapıma bakıldığı zaman bu oran %16'ya geriliyor. Son iki yıla bakıldığında filmlerin %80'inin erkekler tarafından yapıldığı görülüyor. Türkiye'deki tablo da çok farklı değil.
Sinema sektöründeki bir diğer sorun ise kadının sunumu. Kadın temsilinin en çok tartışılan alanlarından biri olan sinema, diğer pek çok alanda olduğu gibi toplumsal yaşamdaki değişim süreçlerinden etkilenmekte, farklı kültürel yapılar içerisinde zamanla farklı biçimlerde sunulan bir alan olarak konumlanmaktadır. Ancak çok uzun bir süredir sinema hala kadınların tüm hayatına sirayet eden erkek bakışı üzerine kurulu. Örneğin kadın karakterler zayıf, fedakâr anne, kötü kadın, repliği olmayan, arkadaşı olmayan hatta adı dahi olmayan kadın, daha çok özel alanda yani evde ve iç mekanlarda konumlandıran, bir erkekten ya da aile baskısından kurtuluşu ancak başka bir erkekle mümkün olan, cinselliğini sadece aile kurumunun içinde yaşayabilen karakterler olarak sunuluyor. Böylece yıllardır süregelen kalıplaşmış toplumsal cinsiyet algısı sinema içinde de yer buluyor.
Bechdel testi kadının kurgudaki testini niceliksel açıdan gözler önüne seriyor. İsmini Alison Bechdek’in 1985 yılında çıkardığı “Dykes to Watch Out For” isimli çizgi romandan alıyor. Kitaptaki karakterlerden iki kadın sinemaya gitmeye karar veriyor, birisi film seçerken çok katı 3 kuralının olduğunu söylüyor. İşte bu üç kural testin çıkış noktası. Bu kurallara göre testi geçebilmek için “filmde en az iki kadın olması, bu kadınların birbiriyle konuşması, konuştukları konunun bir erkekten bağımsız olması” gerekli. Bechdel Testi ya da Mo Kanunu olarak isimlendirilecek olan testin kriterleri de buradan doğuyor. Yalnız ilk kural, filmdeki kadınların isimlerini bilmemiz de gerektiği şeklinde güncelleniyor ve öyle uygulanıyor. Ancak ne yazık ki şimdiye kadar çekilmiş filmlerin en az yarısının testten geçemediği tahmin ediliyor. Yapılan bir araştırmada Bechdel testi kapsamında yaklaşık 2500 film inceleniyor ve bu filmlerin yaklaşık %30'u testten geçebiliyor. Ancak bu test filmin niteliğini göstermekten ziyade filmlerde kadınların var olup olmadığına, varsalar ne kadar aktif rol aldıklarına yani daha çok kurgudaki cinsiyet dağılımına bakıyor. Dolayısıyla Bechdel testi geçen her film kadın erkek eşitliğini destekleyici nitelikte değildir.
Bu test, filmlerdeki cinsiyetçi yaklaşımları veya kadının temsili meselesini çözmeye yetmez ancak “sinemada cinsiyetçilik” konusunu tartışmaya açık bir zemin haline getirmesi ve filmlerde gördüğümüz kadınların sayısı kadar önemli olan kadın karakterlerin hikayelerindeki derinliğine de bir bakıma dikkat çekiyor olması bu testi önemli bir hale getiriyor.
Bütün medya imgeleri belirli bir anlayış göz önünde bulundurularak hazırlanır ve tüm bunlar gerçekmiş gibi sunulur. İzleyici zaman zaman anlatılanı sorgulamadan alır ve olduğu gibi kabul eder. Filmler aracılığıyla aktarılan bu fikirler egemen güçlere fayda sağlayacak nitelikte düzenlenir. Dolayısıyla filmlerin yalnızca eğlenceli vakit geçirmelerini sağlayacak bir aracı olarak sunmak bu ilişkinin görünmesini zorlaştırır. Bu durum hem seyircinin direnç göstermesini engeller hem de filmlerin içinde saklı olan mesajın tartışılmasını engeller.
Zilan Akbulut