Önceki yazıda Cumhurbaşkanına 2023 Temmuz’una kadar sınır ötesi harekât yetkisini veren tezkerenin meclisten geçmesiyle alakalı CHP’nin aldığı tutumu değerlendirmeye çalışmıştım. Tezkere oylaması sırasında CHP’nin “Hayır!” oyu vermiş olmasının, muhalif seçmen kitlelerin CHP’yi gerçeklerle yüzleşmeye zorladığı yönünde olumlanarak ele alındığını yazmıştım. Hatta, hem dış politika, özellikle Suriye politikası anlamında hem de iç politikada Kürt sorununa yaklaşım bakımından CHP’de bir değişimin gerçekleşmekte olduğu ve bu değişimin, CHP’nin dile getirdiği soruların, devlet içinde de bir karşılığı olduğu fikriyle tartışmış ve şunu söylemiştim: “Oysa CHP’nin tezkereye karşı çıkarken dile getirdiği tezler gösteriyor ki bu partinin iktidarın tezkerenin süresini uzatmasına karşı olmasının nedeni tezkerenin hedefleri değil, bu hedeflere ulaşılamamış olmasıdır.”
Çözüm sürecinden geri, OHAL günlerinden ileri
Şimdi tartışmaya kaldığımız yerden devam edebiliriz. Tezkere konusunda ve Kürt sorununda çözüm konusunda CHP’deki kımıltı, hâlâ AKP’nin Oslo sürecinde ve ardından çözüm sürecinde izlediği politikanın fersah fersah gerisinde. CHP’nin HDP’yi Kürt sorununun çözümünde meclis içinde meşru bir muhatap olarak tanımlaması heyecan yaratırken, 2013-2015 arasında yaşanan çözüm süreci, sürecin iktidar kanadının ajandası ne olursa olsun “meşru muhatap” açıklamasıyla kıyaslanamayacak kadar ileri bir adımdı. Kürt sorunu tüm düzeyleriyle tartışmaya açılmış, cin şişeden çıkmıştı. Kürt halkının yüzde 90’dan fazlasının desteklediği süreç Kürt siyasi oluşumlarına büyük bir özgüven kazandırmış, barış süreci adı verilen dönemin en önemli ürünü ise HDP’nin kuruluşu ve 2015 seçimlerinde üçüncü büyük parti olması olmuştu.
Bu sürecin kılı kırk yararak icat edilen bahanelerle desteklenmemesi ama CHP’nin Kürt sorununun tartışılmasında başlangıç seviyesinde bile olmayan yaklaşımının coşkuyla karşılanmasının iki nedeni var. Bunlardan birisi iktidarın özellikle 2015 7 Haziran seçimlerinin ardından çizdiği aşırı sağcı rota (buraya önemli bir not ekleyeyim: bu iddia AKP’nin 2015 öncesinde izlediği politikaların aşırı solcu olduğu anlamına gelmez!). Diğeri ise bir burjuva programının solun geniş kesimleri de dahil olmak üzere muhalefetin hemen hemen bütününün perspektifini belirlemesi.
Sağ ve daha sağ!
Mevcut rejimin aşırı sağcı politikaları, sistemdeki çürümenin her gün sayısız alanda açığa çıkması, bu çürümeye karşı çıkan, bundan rahatsız olan herkesin bir yan yana geliş refleksiyle hareket etmesine neden oluyor. Yan yana gelen güçlerin politikalarının ne kadar örtüştüğüne bakılmaksızın bu iktidardan kurtulma ihtimalinin yarattığı coşku giderek elle tutulur bir ruh haline dönüşüyor.
Bu duyguyu görmezden gelemeyiz. Özellikle Türk usulü başkanlık rejimiyle birlikte ekonomik krizi, salgının yarattığı krizi ve ekolojik krizin şiddetini artıran bir yönetememe krizi, siyasal, toplumsal, hukuksal her alanda, sporda, sanatta, medyada, genel toplumsal kurallarda ve insanlar arası günlük ilişkilerde o kadar hızlı bir çözülme ve yıkım yaratıyor ve bu çözülmeye öylesine bir çürüme ve yozlaşma eşlik ediyor ki insanların bu iktidardan kurtulmak istememesi şaşırtıcı olurdu. Toplumun giderek büyük çoğunluğu iktidardan kelimenin tam anlamıyla kurtulmak istiyor. Kimse, şimdi yanında olan, kendisi de iktidardan kurtulmak isteyenin ne söylediğine bakmıyor. Siyasal ve büyük ölçüde toplumsal alanın birleştirici harcı, AKP’lileri bile kapsayan bir AKP karşıtlığı.
Bu karşıtlık, sermaye sınıfının gözü açık kesimlerinin içinde rahatça konum alabileceği bir politik iklim oluşturuyor. “Herkes Mustafa Kemal’in askeri” artık, herkes Kemalist, herkes Mustafa Kemal ve arkadaşlarının anti emperyalist ilericiliğine meftun. Kemalist ve sağ ya da sol milliyetçi muhalifliğin konforlu alanı aynı zamanda aşırı sağa karşı sağ bir muhalefetin eleştiriden muaf, hemen hemen dokunulmaz kristal küresi olması anlamına da geliyor. Kürt sorununda diyalogdan söz etmek bile, söz edenler birkaç sene önce işleyen çözüm sürecinin aktörlerini yargılamayı temel vaatleri haline getirmiş olsalar da bir heyecan yaratabiliyor. Aşırı heyecanın hayal görmeye yol açabilmesi gibi, bu siyasal sıkışmışlık ve sıkışmışlıktan kurtulma ihtimalinin yarattığı coşku durumu düpedüz bir sağcılığın ötesine geçmeyen politik adımların teveccüh görmesine neden oluyor.
Büyük sermaye
İşte geleneksel sermayenin muhalefet üzerinde etkisini artırmasını sağlayan koşul bu. Aşırı sağ, çürümüş bir iktidar ittifakının politikalarına karşı ses çıkartan tüm ekonomik ve siyasal güçler, sağcı da olsa bugünün müttefikleri olarak görülebiliyor. Bu yüzden Türkiye’de herkes “Beşli çeteden” söz ederken, “Üçlü-Onlu ya da On ikili” çeteden, yani TÜSİAD’ın zirvelerinden söz etmiyor.
Kuşkusuz “Beşli çete” kodlamasıyla ima edilen sorun çok açık. Bir dizi sermaye grubu bizzat iktidar tarafından kayrılarak büyük bir servet biriktirmeye başladı. “Beşli çete” bu açıdan beş sermaye grubunu değil, iktidara yakınlığı nedeniyle büyük kaynaklara erişebilme kapıları açılan sermaye gruplarını simgeliyor. Bu açıdan gazeteci Bahadır Özgür’ün Ekonomist dergisinin "En Zengin 100 Aile 2021" listesindeki tespitleri çok doğru. Listede iktidara yakın aileler ışık hızıyla yükseliyor. “Kamu ihalesi abonesi Rönesans, Kolin, Cengiz, Kalyon'un yanında LC Waikiki ortağı rekor” kırarken, iktidara yakın şirketler 16 basamak, 12 basamak, 7 basamak birden sıçramışlar. Mehmet Cengiz’in holdingi 7 basamak birden yükselmiş. Pandora Belgeleri’nde adı geçen ve Erdoğanların yaşadığı sarayın müteahhit firması olan Rönesans 6 basamak birden sıçramış.
Fakat kamuoyunu öfkelendiren bu sıçrayışlar, zamanında bir sıçrayıp pir sıçrayan ve en zengin aileler listesinin tepesine yerleşen kan emici sermaye gruplarının silikleşmesine neden oluyor. Ekonomist’in listesine göre AKP iktidarı boyunca, 18 yıldır ilk üç sırayı paylaşan aileler hiç değişmemiş durumda. Koç ailesi, Sabancı ailesi, Şahenk ailesi, Ülker ailesi ve Doğan ailesi. Koç ailesinin serveti 6 milyar dolar ve üstüyken Sabancı ailesinin çeşitli gruplarının serveti 5-6 milyar ve 4-5 milyar dolar civarında.
Çeşitli sermaye grupları arasında iktidara yakınlık ve uzaklık, kültürel davranışlar, ekonomi politikalara yaklaşım konularında farklılıklar olsa da sermaye sınıfı bir bütün olarak bir çete gibi işçi sınıfının nefes borularını sıkıyor. Kişi başına gelirin ilk kez 7 yıl arka arkaya düştüğü bu son dönemde en zengin yüzde 20’nin milli gelirden aldığı payın yüzde 46,3’ten yüzde 47,5’e yükselmesi, en zenginlerin servetlerinin kaynağını da gösteriyor.
Aşırı sağ iktidar ittifakıyla yakın görünen ve bu yakınlığın kaymağını yediği tüm istatistiklerle ortada olan sermaye gruplarına öfke, 100 yıldır tüm iktidarlarla yakınlık kurmayı başarmış olan ve bu başarılarının kaymağını Türkiye’nin en zengin sermaye grupları olma yeteneklerini sürdürerek yiyen patronlara müsamaha göstermeye neden olmamalı. Sermayenin hiçbir çetesiyle ittifak kurulamaz ve çalışmaya başlayan seçim sürecinin hiçbir gerekliliği işçi sınıfı saflarında bu sağcı eğilimin mazur gösterilmesine gerekçe olamaz.
İster seçim sürecinde isterse olağan zamanlarda olsun işçi sınıfının hedefinde sermayenin bir kesimi değil bütünü, bir ilişki biçimi olarak patronların egemenliği sistemi olmalıdır.
Şenol Karakaş
(Sosyalist İşçi)