İktidara karşı ulusalcı muhalefet her şey olmuş bitmiş gibi, iktidarı almış gibi davranıyor ve tartışıyor zaman zaman. Zaman zaman da bu iktidarın seçimler yoluyla yenilemeyeceğini dile getiriyor. İki ayrı ruh hali bir ve aynı siyasi çevrelerin tutumu olarak öne çıkıyor.
Her iki tutum da umutsuzluktan ürüyor.
İktidarın devlet iktidarı üzerindeki kontrolünün muhalefeti çaresiz bıraktığı fikri muhalefetin tüm bileşenlerini zaman zaman hareket edemez hale getiriyor.
Seçime endekslenmeye hayır
Her gelişmeyi seçim aritmetiği içinde ele almak bir dizi fırsatın kaçmasına neden oluyor. Seçim aritmetiğinin aşırı önemsenmesi, bu hesaplamaları bozacak çıkışların ertelenmesi anlamına geliyor. Gerçekleri açıklama görevinin yerini, gerçekleri kısmen açıklama, hatta gerekirse açıklamama taktiğine bırakıyor.
Özellikle göçmen sorunu, bu açıdan en tehlikeli alanı oluşturuyor. Önümüzdeki seçimlerde muhalefetin en büyük iki partisinin ittifakı, oy gücü ve muhalefette kalmaya devam etmesi yaşamsal bir önemde görüldüğü için bu partilerin liderliklerinin de tabanlarının da rahatsız edilmemesi gerekiyor.
Göçmen sorunu bu türden bir “rahatsız edici” sorun olarak ele alınıyor.
Göçmenler, İYİP açısından iktidarı köşeye sıkıştırmaya yarayacak bir konu olarak görülüyor ve bu partinin çok sayıda önde gelen üyesi düpedüz ırkçı açıklamalar yapıyorlar.
Seçime endeksli yaklaşım, İYİP’in bu göçmen düşmanı politikalarıyla kıran kırana bir mücadeleye girmeyi olanaksız kılıyor.
O kadar ki HDP’nin açıkladığı tutum belgesinde göçmen sorununa, daha da önemlisi göçmenlerin sorununa değinilmiyor bile.
Kürt sorununda da aynı
Sadece göçmen meselesi değil Kürt sorununda da benzer bir yaklaşım söz konusuydu. Son haftalarda Kılıçdaroğlu’nun Kürt sorununun çözümünde HDP’nin meşru bir güç olduğunu söylemesi iklimi önemli ölçüde değiştirdi. Fakat bugüne kadar Kürtler seçmen gücünü muhalefet ittifakının emrine sunması gereken ama bu arada da çok ses çıkartmaması gereken bir hareket olarak görüldüler.
Aşırı yerlilik
Seçimlere endeksli mücadele ve burjuvazinin bir başka programının desteklenmesi dışında bir ihtimalin yokmuş gibi davranılması küresel siyasal eğilimlere hiçbir ilgi gösterilmemesiyle de alakalı. Oysa başımızı kaldırıp dünyaya bakınca, ana eğilimin otoriter liderliklerin gerilemesi olduğu ve Trump’ın yenilgisinin bu gerilemede çok önemli bir eşik anlamına geldiği görülebilir. Türkiye’de muhalifler, Trump’ın yenilgisinden çok aşırı sağcıların Kongre baskınına odaklanmış gibi davranıyorlar. Trump, milyonlarca insanın katıldığı kocaman bir hareketin ürünü olarak püskürtüldü.
Aynı şekilde Brezilya’da İşçi Partisi lideri Lula’nın anketlerde önde gözükmesinin nedeni Bolsonaro’nun karşısında iktidara geldiği günden beri milyonlarca kadının, LGBTİ+’nın, işçinin, yerli halklardan kitlelerinin sokaklarda özgürlük için mücadele etmesi.
Otoriter liderlerin gerilemesine Erdoğan ve MHP ittifakının da gerilemesi eşlik ediyor.
Buradaki tek eksik: Milyonların hareketi!
Denilebilir ki, “milyonlar harekete geçmek istiyor da biz mi engelliyoruz?” Bu haklı bir soru gibi görünse de tüm yatırımımızı seçimlere yapmak, tüm bahisleri seçimlerle ilgili oynamak, siyasetin merkezine seçimleri koymak yukarından aşağı bireylerin, muhalefeti oluşturan toplumsal kesimlerin dikkatini tek bir yere odaklıyor.
Köprüyü geçme meselesi
Metal işçilerinin toplu sözleşmesi, iklim krizi konusunda öfke yaratan uygulamalar, iktidarın kadın sorunu konusundaki nobranlığı, kadın cinayetlerinin hız kesmesi için hemen hiçbir şeyin yapılmaması, Kürt sorununun tartışılmasını engellemek için uygulanan baskı, göçmenlerin pazarlık kozu olarak görülmesi ve giderek daha sert dışlayıcı tutumların alınması, asgari ücretin açlık sınırının altında olması, yoksulluğun derinleşmesi, örgütlenme özgürlüğünün yok edilmeye çalışılması, ev kiralarının korkunç boyutlara çıkması, hayat pahalılığı, bir yanda yoksulluk derinleşirken hemen öbür yanda zenginlik, gösteriş, savurganlık patlaması, HDP’nin kapatılması ihtimali, yargı alanındaki inanılmaz uygulamalar, adaletsizlikler, en temel hakları için eylem yapan öğrencilerin tutuklanması, bazı sendika başkanlarının hükümet sözcüsü gibi davranması, pandemi dönemi uygulamaların öğrencileri, yaşlıları, işçileri çileden çıkartması, yeşil alanların, ormanların, sit alanlarının işgalci gibi davranan maden, inşaat ve karayolu şirketlerine hediye edilmesi gibi sayısız alanda devasa bir öfke birikimi yaşanıyor.
Aç, öfkeli, giderek daha da zorlu hale gelen yaşam şartları karşısında kızgın kitleler bir başka hükümet programının toplumsal temeli olarak ele almak ve bu yönde şekillenmesi için çabalamak yerine, sistemin bütününe meydan okuyan bir birleşik toplumsal güç olmasına yardımcı olmak çok daha önemli görülmeli.
Sosyalistler bu yönde basınç yapmalı. Köprüyü geçene kadar suyundan gittiğimiz gücün, köprüden geçer geçmez boğazımıza sarılacağı gün gibi ortadaysa, sorunun tek başına köprüyü geçme olarak ele alınamayacağı açıktır. Sadece bu iktidar değil bu sistem bir bütün olarak milyonlarca kadın ve erkek işçinin eylemine dayanma gücünü taşımıyor.
Şenol Karakaş
(Sosyalist İşçi)