Ermeni Mezarlığı, Taşhoron Kilisesi

03.09.2021 - 16:40
Şafak Ayhan
Haberi paylaş

Kendi kimliğini ötekinin varlığına göre konumlamak hastalıktır. Kimliğini yaşatabilmek için sana bir düşman gerekiyorsa, senin kimliğin hastalıktır. 

Hrant Dink

İlkokulun iki, üç ve dördüncü sınıfını mahalledekilerin, annemin, babamın, dedemin deyimiyle “gâvur mezarlığının” yanındaki okulda okudum Malatya’da. Mezarlık ile okul bahçesini yaklaşık bir buçuk metre uzunluğunda bir duvar ayırırdı. Tabi bizler hemen o duvarı tırmanıp aşar ve mezarlığa saklambaç oynamaya giderdik, zaten bildiğin mezarlık okulun bahçesinde gibiydi, çok yakındı okula. Bu mezarlıkta, Malatya’nın kadim halklarından Ermeniler yatardı. Ermeni Mezarlığıydı burası, ancak gündelik konuşmalarda adını anmak yerine “gâvur mezarlığı” der geçilirdi, sanki binlerce yıldır orada yaşamamış, sadece ölülerini gömüp gitmiş bir halk gibi.

Etrafımızda yani mahallede bu mezarlığa ziyarete giden hiç kimse yoktu. Her bayram ailecek dedemin ve annemin akrabalarının mezarlarına giderdik, Ermeni mezarlığının yaklaşık bir kilometre ötesindeki Müslüman mezarlığına. O zaman neden kimse bu mezarlığa gitmiyor, neden bayramlarda kimse uğramıyor buraya diye sorardık oyun arkadaşlarımızla, ama kimsenin gelmemesi iyiydi aslında bizim için, kalabalık mezarlıkta saklambaç oynanmazdı sonuçta. Dedemlerin mezarından farklı olarak Ermeni mezar taşları adeta birer sanat eseri ve oldukça büyüktü. Mezarlar yerden oldukça yüksek ve heybetliydi, dolayısıyla saklanınca arkasına kimse seni kolay kolay bulamazdı.

O zamanlar mezarlığın şimdiki gibi etrafı falan kapatılmamıştı tel örgülerle falan, bir ara bir bekçi koydular diye hatırlıyorum, o adam da yok gibi bir şeydi, biz oynarken onu görmüyorduk bile. Çevrede hemen hemen herkes Ermeni mezarlığında altın olduğunu, o altınları bir şekilde oradan çıkartmak gerektiğini falan konuşuyordu ve her fırsatta mezarlığın sağı solu kazılarla dolu oluyordu.

Malatya’nın Ermeni Mezarlığı vardı ama mezarlığın olduğu mahallede bir tane bile Ermeni yoktu. Bunu dedeme sorardım. Dedem, Ermenilere çok zulüm edildiğini onların da artık dayanamayıp çekip gittiğini söylerdi, milliyetçi, Sünni bir Türk olarak. Dedem her fırsatta Ermeni halkından övgüyle bahsederdi. Sanatlarını, insanlıklarını, dostluklarını, yardımseverliklerini, dürüstlüklerini öve öve bitiremezdi. Hatta bizim de üç yıl beş kişi olarak yaşadığımız, bir oda bir salon kerpiç evi dedem bir Ermeni’den satın aldığını söylemişti. O evin önüne yaptırdığı, yeni kerpiç evinde makat denilen, zemine çakılmış halde sabit duran, ahşaptan yapılan, günümüzdeki kanepelerin atası olan yapıyı Ermeni ustaya yaptırdığını, sağlamlığıyla övünerek anlatırdı. Sene 2021 hâlâ oldukça sağlam.

Etrafta Ermeni yoktu ama Ermeniler hakkında konuşmalar hiç bitmiyordu. Mezarlıktaki define söylentilerinden tutun da bu mezarlıktan, yaklaşık 1,5 km ötede olan Taşhoron Kilisesine gizli bir geçit varmış, katliamlar sırasında Ermeniler bu tünellerde saklanmışlar falan filan.

Bu Taşhoron kilisesinin önünden yüzlerce kez geçtim, çocukken. Çatısı olmayan, izbe, yıkılıp dökülmüş, define arandığı her halinden belli olan yağmalanan bir kiliseydi. Kilise ne demek, kim gider oraya falan onların hiçbirini bilmeden. Binlerce Ermeni o mahallelerde yaşamış (Kiltepe, Çavuşoğlu, Salköprü vs.)  ama sanki sadece ölülerini gömmek içinmiş. Çavuşoğlu mahallesi doğumlu Hrant Dink‘in de dediği gibi, tek amaçları bu toprakların ‘’dibine girmekmiş’’ gibi yaşamışlar. 

250 yıllık Taşhoron Kilisesi (Surp Yerrortutyun Kilisesi) geçtiğimiz günlerde restorasyon çalışmalarının tamamlanmasının ardından Taşhoron Kültür ve Sanat Merkezi adıyla açıldı. Açılışa, Malatya Valisi Aydın Baruş, Malatya Büyükşehir Belediye Başkanı Selahattin Gürkan, Türkiye Ermenileri Patriği Sahag Maşalyan, Adıyaman ve çevre iller Metropoliti Ğriğoriyos Melki Ürek, ayinlerden sorumlu müdür Başrahip Tatul Anuşyan, Rahip Hovagim Seropyan, Peder Drtad Uzunyan, Antakya Kiliseleri Din Görevlisi Peder Avedis Tabaşyan, Peder Şirvan Mürzyan, Peder Şahen Ohanyan ve vatandaşlar katılmış.

Türkiye’de dini inançlar devletin tekelinde olduğu için Dünya’da başka örneği var mıdır bilmiyorum ama ibadethaneler “İstiklal Marşı” okunarak açılıyor. Yeni yapılan camilerde de protokol açılış konuşması ve akabinde İstiklal Marşıyla cami açılışı yapılıyor. Bu çok ilginç ve üzerine daha fazla konuşulup tartışılması gereken bir şey. Bu ritüel Taşhoron’un açılışında da yaşanmış, gelenler İstiklal Marşı okuyarak ibadethaneyi açmışlar.

İçişleri Bakanlığından alınacak izinlerle, mezarlıkta yatan insan sayısının ibadete gelecek kişi sayısından daha fazla olacağı bir coğrafyada, geride kalan topu topu 50-60 kişilik bir cemaatle önümüzde günlerde ibadetler devam edecekmiş. 

Taşhoron (Üç Horan) Kilisesi 106 yıl sonra ibadete açıldı. Düşünün ki binlerce yıldır bu topraklardasın, her şeyinle bu toprakları var edensin, kültürünle renk katan bir halksın, ama milliyetçilik ve ırkçılık belası yüzünden tam 106 yıl sonra virane halden kurtarılan kilisende ibadet edebiliyorsun. 

Sevgili Hrant Dink’in en büyük hayallerinden birisi bu kilisenin tekrar ayağa kalkmasıydı. Birçok girişimde bulundu bunun için, hayali bir nevi gerçek oldu, ancak sevgili Hrant Dink bunu göremedi. Hrant’ın ölümü üzerinden koca 14 yıl geçti ancak ne katil gereken cezayı aldı ne de “öldür, öldür” diyenler yargılandı. Hrant Dink'i aramızdan alan ırkçılıktı ve bu geçen zamanda Türkiye’de ırkçılık daha da arttı. Ana muhalefetinden tutun da “kendine solcu” süsü verenine kadar göçmenler üzerinden yükseliyor. Buna karşı mücadele etmekte ise hala geç kalmış değiliz. Irkçılara ve ırkçılığa karşı birleşelim.

Şafak Ayhan

Fotoğraf: Caner Cangül

Bültene kayıt ol