Altındağ’da yaşanan linçle ilgili son yazıda, muhalefetin rezilliklerine değinip bitireceğim. Rezillik lafını öylesine seçmedim. İktidara muhalif olan anaakım tüm güçlerin göçmenlere yaklaşımını başka bir kelimeyle ifade etmek yeterli olmuyor. Bu, ırkçı bir rezillik, göçmen düşmanı bir rezillik, yalancılığa dayalı bir rezillik, özellikle adının başlarına “sol” lafı geçenler ya da kamuoyunda “sol” sanılanlar tarafından yapıldığında utanmazca bir rezillik, toplu katliam amaçlayan bir rezillik, milliyetçiliğin dışındaki tüm siyasi eğilimleri aşağılama cüretini kendinde gören bir rezillik, uzun bir süre bir linç örgütleyip ve linç gerçekleşmeye başladığında “ama gidin de öldürün mü dedik” diyen ödlek bir rezillik, yaptığını savunamayanların bulaştığı bir rezillik.
Bu sıfatlar, göçmen sorununda bir ara yol olmadığını göstermenin de biricik yolu. Tıpkı linç örgütleyen yalanları yayıp, göçmenlerle ilgili nefret söylemini şişirip, Altındağ’da pogrom başlayıp da sürdürdüğü kampanyanın linçle sonuçlandığını gördüğünde “böyle olsun istememiştim” diyenler gibi “Biz sadece düzensiz göçe” karşıyız diyenler ya da göçmen sorununu Türkiye’de kamu yararını düzelterek ele almak gerektiğini vaaz edenler gibilerine bir uyarı. Düzensiz göçmenlerden hoşlanmayan ama göçmenin düzenlisini seven tiplere, kayıt altına alınmayan göçmenlerin sınır dışı edilmesinde bir beis görmeyenlere de hatırlatmak zorundayız: “Kamu yararı”, “düzenli-düzensiz göçmen”, “göçmenlerin kayıt altına alınması”, “demografi ne olacak”, “30 senede Türk nüfusunu geçecekler” gibi iddiaların arkasından görünüyorsunuz, bu iddialar ırkçılığı gizleyecek kadar sağlam, kalın, yüksek değil!
Sorun zihinlerinde
Göçmen düşmanlığı uzun süredir kullanılan bir politik aparat ama muhalefet neden son dönemde göçmen nefretinin dozajını artırdı. Bu sorunun karmaşık bir cevabı yok. Yanıt çok basit. Muhalefet partilerinin göçmen düşmanlığının dozajını arttırmasının nedeni ırkçı olmaları. Kuşkusuz bu yanıta çoklu bir kriz yaşayan rejimi köşeye sıkıştırmanın bir aracı olarak göçmen meselesini ele almak istemelerini, böylece iktidarın eline bir kriz alanı daha bırakmak istemelerini ekleyebiliriz ama bu derin stratejinin altında yatan temel saik, ırkçılıktır. Sınırların içinde kalan coğrafyayı aile büyüklerinin tapulu malı gibi gören, sınırlar için en akla gelmeyecek saçmalıkları yapan, “sınır namustur” gibi hem maço hem milliyetçi lafları aynı anda söylemelerine neden olacak kadar gözlerini döndüren öğe ırkçı olmalarıdır.
Bu memlekette, bir de hakemler var! Irkçılara ırkçı dediğimizde, bizi uyarıyorlar. Irkçı kavramını bol keseden kullananlar olduğunu iddia ediyorlar. Her an eline taş alıp bir Suriyelinin evinin camını kıracak kadar gözü dönmüş insanları, henüz ellerine taş alıp cam çerçeve kırmadıkları için ırkçı olmakla suçlama hatasını işliyormuşuz! Herhangi bir haber yaparken Suriyelileri denize girerken gösteren görselleri kullanan medyanın ırkçılığını dile getirmek suç, ırkçıya ırkçı demek suç. Kırşehir’den bir Afganistanlının açtığı bakkalın görselini paylaşarak Kırşehir’de yaşayan ırkçıları harekete geçirmeye çalışan ırkçıya ırkçı dediğimizde hatalı oluyoruz!
Türkiye’de sorun önüne gelene ırkçı demek değil, Türkiye’de sorun apaçık kafatasçıların muhaliften, apaçık ırkçıların da solcudan sayılmasında. Eşyaları adıyla çağırmak önemlidir. Irkçıya, ırkçı demek, dolu dolu ırkçı olduğunu söylemek, ırkçıları teşhir etmek, ırkçılığın bir hastalık, bir sapma, arada sırada açığa çıkan bir semptom değil, kapitalizmin ürünü olan bir ideoloji olduğunu anlatmak çok önemli. Göçmen düşmanlığı yapanların ezici çoğunluğu da biliyor bunu, o yüzden daha çok göçmenleri de kolluyormuş gibi toplum mühendisliği önerileriyle çıkıyorlar.
Muhalif siyaset değil göçmen düşmanı mühendislik
AKP’den kopanların kurduğu partilerden birisinden tutun, “sınır namustur” diyen CHP’lilere kadar, elbirliğiyle, bu muhaliflikleri sınırlara kadar olanlar göçmenleri göndermekten yana. Bazı profesör kılıklı apaçık ırkçıların liderliğinde kurulan taze ırkçı partiler bunu pogromlar eşliğinde yapmaya niyetli olduklarını gösterdiler, bu makul muhalifler ise göçmenleri gönüllü bir şekilde göndereceklerini söylüyorlar. On beş yıldır seçmen nüfusunun yüzde 25’ini kendisine oy vermeye ikna edemeyen Kılıçdaroğlu, hemen iki yılda göçmenleri ülkelerine geri dönmeye ikna edeceğini iddia ediyor. Burada iki sorun var: Birincisi Suriye ya da Afganistan, bu ülkelerden insanların kaçmasına neden olan gelişmeler sonlanmış değil. Tersine, derinleşmeyi sürdürüyor. Afganistan’ın Taliban rejimi nedeniyle yaşaması zor bir ülke olmaktan çıktığını sananlara geçen yazıda önerdiğim Ümit Kıvanç’ın yazısıyla İngiltere’de mücadele eden bir sosyalistin aktardıklarını okumayı tavsiye ederim. Ne Afganistan şu son iktidar değişiminden önce yaşamak için ideal ülkeydi ne de Suriye’de kaçan insanların geri dönebileceği gelişmeler, değişiklikler yaşandı. İkincisi ise Suriye’den yıllar önce Türkiye’ye gelen, buraları çok sevdiği, taşına toprağına bayıldığı için değil, yaşamak ve mümkünse Avrupa’ya geçebilmek için gelen ama zorunlu olarak Türkiye’de yaşayan, Avrupa’ya geçmesi mümkün olmayan, burada, başka bir ülkede, alışkanlıkları, dili, kültürü bambaşka bir yerde ayakta duran, çalışan, dil öğrenen, okuyan, evlenen, çoluk çocuğa karışan insanlar, sizin “haydi dönün artık” önerinize, “teşekkürler, ben halimden memnunum” yanıtını verirlerse ne yapacaksınız? Kılıçdaroğlu’nun ne yapacağı açık, “Nush ile uslanmayanın hakkı tekrir, tekrir ile uslanmayanın hakkı kötektir” veciz sözünden yola çıkacaktır.
“Suriyelileri evlerine gitmeye ikna edeceğiz” diyenleri, toplum mühendisi birer ırkçı yapan da budur, Suriyeliler, siz ne derseniz deyin, “burayı” evleri olarak görüyorlar, artık dönmek istemiyorlar, dönmek isteyenler, dönebilecek olanakları bulanlar, dönüyor zaten. Bu durumda eve gitmeye ikna etme önerisi, zorla eve gönderme nobranlığına bırakıyor yerini. Üstelik bu öneri sahipleri o kadar kibirliler ki kendi davudi ve ikna edici seslenişleri olmadığı için Suriyelilerin ülkelerinden kaçtığını düşünebiliyorlar.
Kuşkusuz, göçmen düşmanlarından söz ediyoruz ve bu insanların ikiye ayrıldığı çok açık, birisi, apaçık yağmayla, mallarına çökerek, evlerini, işyerlerini yağmalayarak, denize girmelerini engelleyerek, temiz hava solumalarına karşı çıkarak, arabasının direksiyonundan iki göçmeni küfürlerle tehdit edip sokaklarda gezmelerini yasaklayarak ırkçılık yapıyor. Bunlar, kaba ırkçılar. Bir de inceltilmiş ırkçılar var. Dünyaya AKP karşıtlığı prizmasından bakan, utanmadan iktidarın Afganistanlı göçmenlerden özel kuvvetler oluşturmasının engellenmesi illüzyonunu yayarak imza kampanyaları yapan, Afganistanlıları düşmanlaştıran imza kampanyasını AKP’nin önümüzdeki seçimlerde bir numaralar çevireceği iddiasıyla birleştirerek Altındağ saldırısından bir gün önce yangına körükle gidenler var. Bunların bazıları ruhlarını kurtarmak için başka bir kaç partiyle bir araya gelip göçmenlerle dayanışan bir açıklama yaptılar. Muhtemelen Altındağ linçi şöyle bir sarstı Mine G Kırıkkanat gibi insanlarla imza kampanyaları yapanları.
En incelikli olanlar ise sahiden demografik yapının bozulduğunu, vatan denilen şeyin bir mülkler toplamı olduğunu çoktandır unuttuğu, milliyetçiliği rahatça savunulabilecek bir siyasal pozisyon olarak gördüğü için, göçmenlerin huzuru bozduğunu ciddi ciddi düşünüyor. Bu kategoridekilerin ırkçı olarak kodlanmak çok ağırlarına gittiği için, Kılıçdaroğlu’nun “göçmenler evine gönüllü bir şekilde dönecekler” tezi bu kesimin savunduklarını özetlemelerine yardımcı oldu. Karşımızda iyi niyetli tartışmacılar varmış gibi bir algı oluştu böylece. Hem göçmenlerin hem de Türkiyelilerin sağlığını, iyiliğini düşünüyorlarmış gibi.
Oysa, emin olmalıyız ki bu insanlar hakkında ileride söylenecek olan şu: hepiniz oradaydınız! İşte bir internet gazetesi haberi: “Arzu Sabancı'nın ‘Ülkemde mülteci istemiyorum’ mesajına CHP'li Engin Özkoç'tan destek geldi: ‘Nerede iş dünyasının diğer babayiğitleri?’” Bu CHP’li vatandaşın iş dünyasının diğer patronlarını göreve çağırmasında bir gariplik yok, gariplik, bu partinin muhalefet anlayışının göçmen düşmanlığında üzerinde sörf yapılabilecek bir fırsat görmesiyle, bu partinin göçmen düşmanlığıyla kendisinin göçmenlere yönelik mühendisliğini özdeşleştirenlerde. Bu insanların, Sabancı’nın sınıfsal kompozisyonundan bir muhalefet çıkarmaya çalışanların demokrasi, eşitlik, insan hakları gibi konulardan, birbirine sahip çıkma, hak, hukuk, adalet gibi başlıklardan söz etmesi gereksizdir.
Yalan, yalan ve yine yalan
Bu, bir ikna yazısı değil. En azından ırkçıları ikna yazısı değil. Irkçılarla olağan bir tartışma yapılamaz. “Çaktırmadan” göçmen düşmanlığı yapanlarla da, diğer bir deyişle bir aktivist veya göçmenlerde sınıf kardeşini gören bir devrimci gibi göçmenlerle dayanışmayı değil de devlet adına sınırları-demografiyi-göçmen sayısı planlamayı iş edinenlerle de. Bu, arada kalanları ikna yazısı da değil. Ya ırkçısınızdır ya ırkçılığa karşı! Ya göçmenlerden yanasınızdır ya göçmenlere karşı! “Irkçı değilim ama” diye başlayan bir cümle gördüğünüzde, cümle sahibinin az sonra ırkçılık yapacağına emin olabilirsiniz. Bu, yabancı korkusu yaşayanları kazanmayı hedefleyen bir yazı da değil. TÜSİAD’dan, devletten, tecavüzcü yerel unsurlardan, her gün kadın öldüren adamlardan, işkencecilerden, ırkçılardan, göstere göstere şişirdiği milliyetçi hezeyanların arkasına gizlediği yolsuzluklardan sorumlu olanlardan değil de göçmenlerden rahatsız olanlar, o meşhur yabancı korkusuna sahip olanlar değil tartıştıklarımız. Yapmaya çalıştığım şey bir çağrı ve arada kalanlara değil, arada kalmayan, bizim saflara! Irkçılığa prim vermeyenlere. Göçmen dayanışmasını sosyalizmin şanından bilenlere.
“Tarih boyunca savaşlar hep fetih ve yağma için çıkarıldı… İşte savaşın özü budur. Savaşı her zaman efendiler başlattı, her zaman kullar savaştı.” Yüzyılın başında Amerikan solunun önde gelen isimlerinden Eugene Debs’in sözleri hâlâ geçerli. Sadece, büyük kalabalıkların savaştan, yıkımdan kaçmaları, yani göç olgusu da kullar hanesine yazılan bir satır olarak görülmeli. Bir sosyalist tutuklanabilir, kaçabilir, koşullara göre mücadelesini sürdürebilir de. Bir sosyalist, her şey kadar göçmen olmaya da hazır olmak zorunda. Ama büyük yoksul kalabalıklar, tek bir birey gibi davranamaz. Savaş, iklim, yoksulluk gibi toplumsal dokuyu imha eden etkenler, büyük kalabalıkların doğup, büyüdüğü, çalışıp hayata tutunmaya çalıştığı mekanları terk etmesine neden olabilir ancak. “Anamız amele sınıfıdır, yurdumuz tüm cihandır bizim” diyenler, bu yüzden göçmen sorununu, işçi sınıfının kolektif eyleminin, kolektif dayanışmasının kapsamında ele almak zorundadır.
Bu dayanışmayı örmek için, yalancıları kazanmak amacıyla değil teşhir etmek, geriletmek ve yenmek amacıyla bir dizi yalanın üzerinde durabiliriz yine de. Çok uzatmadan, göçmen düşmanları şu yalanları söylüyorlar: “Suriyeliler hastanelerde sıra beklemiyor. Suriyeliler istediği yerde çalışabiliyor. Suriyelilerin suça karışma oranı çok fazla. Suriyeliler su, elektrik ve doğal gaz faturası ödemiyor. Suriyeliler devletten maaş alıyor. Suriyeliler 5 yıl sonra Türk vatandaşı oluyor. Devlet her Suriyeli öğrenciye burs veriyor. Suriyeliler istediği üniversiteye sınavsız giriyor. Suriyeli esnaflar vergi vermiyor. Suriyelilerin telefon parasını devlet ödüyor. Çocuk işçiliği Suriyelilerle başladı. Suriyeli ve Afganistanlılar AKP’nin askeri olmak için getiriliyor, bu insanlar bindirilmiş kıtadır.”
Bu iddiaların her birini ayrı ayrı çürütmek için zaman ayırmayacağım. Bilinmesi gereken tek nokta, bunların hepsinin yalan olduğudur. Sosyal medyada, televizyonlarda, gazetelerde, internet mecralarında bu iddiaları dile getirenleri gördüğünüzde, bir yalancıyla karşı karşıya olduğunuzdan emin olabilirsiniz.
Bu yalancıların en nasyonal sosyalist olanları, sorunu, 2010 referandumunda “yetmez ama evet” diyenlere bağlamış durumda. 2010 referandumunu, hayatın temel sırrı, her gelişmeyi, atomun parçalanmasından evrimin akışına kadar tüm süreçleri açıklayan bir sıçrama noktası sanan tipler, sağcılıklarına gerekçe yaratmaya çalışıyorlar. Şener Şen’in canlandırdığı bir köylü kurnazı tiplemesi vardı, her yaptığı dolandırıcılıkta, “Tamam yaptım ama bir sor neden yaptım” derdi. Bu “yetmez ama evet” düşmanları da böyle. “Tamam, yaptım ama” diyorlar, “sorun bir neden yaptım”. Neden olacak! 2010 referandumu yüzünden. Mine G. Kırıkanat’la, 2010 referandumu yüzünden ittifak kurmuş, Perinçek’i devrimci dayanışma şiarlarıyla 2010 referandumu yüzünden ziyaret etmişler, “Ekmek için Ekmeleddin” demelerinin nedeni de 2010, Cumhuriyet gazetesine AKP sayesinde çöken ekip de “ah 2010 referandumu olmasaydı, ben AKP’yle işbirliği mi yapardım” diyor şimdilerde.
Günümüzün Mahoları
İktidara yaranmayı ya da ırkçılık yapmayı ya da bir faşisti seçimlerde coşkuyla desteklemeyi bir başkaları bir referandumda şu ya da bu tutumu aldı diye yapmıyorsunuz. Bu sizin ruhunuzda, siyasal kodlamalarınızda, fabrika ayarlarınızda var. Bu Kemalizm’in tüm “sol” versiyonlarının açmazıdır. Ne demek istediğimi tam olarak anlamayanlar bazı “sol” partilerin 30 Ağustos Zafer bayramı açıklamalarına bakabilir. Hazır Dersim yangını-hayır Tunceli yangını-“Sözde Tarkan” tartışmaları sürer Mustafa Kemal ve dava arkadaşlarını sol adına coşkuyla överken birileri, kimin 1 Kasım 1936 tarihinde yaptığı TBMM konuşmasında Dersim'deki ağalık düzeni sorununu Türkiye'nin en önemli iç sorunu olarak tanımladığını ve kimin Dersim’de yaşanacak ağır insani kaybın emrini verdiğini de hatırlayalım.
Altındağ’da linçin örgütlenmesinin yolunu hazırlayanlar bunu çeşitli gerekçelerle yaptılar. Bazıları, daha önce de altını çizdim, iktidarın krizlerini derinleştirmek, bazıları yönetim krizini büyütmek, başka bazıları milliyetçi kitlelerin oyunu garanti altına almak, bir başkası parti kuruluşuna ırkçı bir aktivizm katkısı yapmak, başkaları ise AKP’yi şeriat getirmekle suçlamanın bir aracı olduğu için göçmen düşmanlığı yaptı. Birileri “yetmez ama evet” dediği için değil, ırkçı oldukları için ırkçılık yaptılar. Sizler minik birer Banker Bilo olabilirsiniz, bizim ise tek bir derdimiz var, göçmenlerle dayanışmak!
Siz bir göçmende AKP’li görebilirsiniz, bizler sınıf kardeşlerimizi görüyoruz.
Siz bir göçmende geri bir kültür görebilirsiniz, bizler kültürel açıdan zengin, kocaman bir tarihi olan bir halkın çocuklarını görüyoruz.
Siz bir göçmende “o kadar seviyorsan evinde” besle diyebileceğin bir dilenci görüyorsunuz, biz çalışan, üreten, ayakta kalma mücadelesi veren, dünyanın en büyük zorluğunun, göçmen olarak yaşamak ıstırabının altından kalkan ve Türkiye işçi sınıfının bir parçası olan, olması gereken özneler görüyoruz.
AKP karşıtı öfkeyi göçmenlere yöneltenler, Türkiye’de iş gücünün azımsanmayacak bir kesimini oluşturan göçmenlerle Türkiye işçi sınıfı arasına aşılmaz duvarlar örmeye çalışıyor demektir. Ortaklığınız göçmenleri pazarlık unsuru olarak gören iktidarla, ortaklığınız “Ülkemde göçmen istemiyorum diyen” sermaye gruplarıyla.
Sağa karşı sağcılarla bir muhalefet örmenin sınırına geldi siyasal alanda ana akım muhalefet ve bazı daha “radikal” görünümlü olanlar. “Sınır namustur” sloganı bu toplumun en ezilen, ezilenlerin en çok ezileni olan göçmenlere karşı iktidarın eline hiç istemediği kozları vermektir. Bu satırlar kaleme alınırken, İçişleri Bakanlığı Göç İdaresi Müdürlüğü Ankara’yı geçici koruma kaydına kapattı. Bir ile kayıtlı olup Ankara’da hayatta kalmaya çalışanlar o ile geri gönderilecek. “Düzensiz göçmenler” ise ülkelerine geri gönderilmek üzere geri gönderim merkezlerine kapatılacak.
Altındağ linçinden sonra ikinci hamlesi bu ırkçıların. Kazanç hanelerine yazabilirler!
Göçmenlerle dayanıştığımız platformlardan birisinde bir arkadaşımız, “Maalesef bu karar aynı İstanbul belediye seçimlerini ardından gelen karar gibi. Böyle kararlar faşistlere yol açıyor , yani herhangi bir ilde herhangi bir ilçede ya da mahallede o mahalle sakinleri Suriyeli göçmenleri mahalleden çıkartmak isterseler bu karar onlara yol gösteriyor, yeter ki ufak bir olay çıkartıp ardından işi göç idaresine bırak.”
Önümüzdeki dönem seçim pazarlıkları için göçmenleri hedef tahtasına oturtan muhalefetin mi yoksa göçmenlerle dayanışan bir muhalefetin mi işçi sınıfı saflarında etkin olup olmayacağı tarafından belirlenecek kritik bir dönem.
Bu toplumun kahir ekseriyetinin ırkçı olmadığına, merkezi devlet aygıtı, medya, tüm muhalefetin göçmenler hakkında estirdiği fırtınanın insanların algısında belirleyici olduğunu düşünenler, karamsarlığa kapılmadan, sokak sokak göçmen dayanışmasını nasıl örgütleyeceğini planlamak zorunda. Bugün tüm ana akım siyasi partilerin nefret kustuğu çözüm sürecine destek 2013-2014 yıllarında yüzde 70’ler civarındaydı. Bu silahların sustuğu ve Kürtlerin temel demokratik haklarını kazandığı bir hedefe toplumun çoğunluğunun ikna olabileceğini gösteriyor.
Şimdilik rüzgâra karşı ama bir zaman sonra rüzgarla birlikte göçmen dayanışması için örgütlenmenin tam zamanı!
Şenol Karakaş