Daha önce de değinmiştim, memlekette günlere yayarak tek bir konuyu ele alan dizi yazı yazmak çok zor. Altındağ’da yaşanan ırkçı linçi tartışırken bir dizi çok önemli gelişme yaşandı. Birisi, yürümekte zorlanan 28 Şubat darbecilerinin hapse atılmasıydı. Geçen yazıda ise Afganistan’da ABD’nin çekilmesiyle kimsenin beklemediği bir hızla Taliban’ın iktidarı almasını, ırkçılıkla bağlantıları açısından ele almaya çalışmıştım. Aradan uzun bir süre geçti ama Altındağ’ı tartışmak ve ırkçı linçi unutmamak bir zorunluluk. Bir başka zorunluluk da bu iklimin sorumlularını sıralı liste halinde ele almak.
Konuyla ilgili ilk yazıyı “Önümüzdeki yazılarda linç girişimi için koşulları oluşturanları, iktidarından, tırnak içinde sosyal demokrasisine, bazı solculara, muhalefette iktidara karşı zorunlu işbirliği yapılması gerektiği iddia edilen ana muhalefet ve ikinci ana muhalefet partisine, ulusalcı bir imza kampanyasıyla (daha sonra Macit Koper imzasını çekmişti bu metinden) göçmen düşmanı atmosfere çapı oranında katkı yapanları ve ırkçılığa karşı mücadelenin önemini tartışmaya çalışacağım” diyerek bitirmiştim. Bugün linç ortamının gelişmesinde iktidarın payına değinmeye çalışacağım.
Sıralı listede zirvede iktidar var
Bütün bu ırkçı iklimden göçmenlere sahip çıktığı izlenimi nedeniyle iktidarı muaf tutmak, bazı kesimlerin işine geliyor. Tıpkı bir televizyon sunucusunun yaptığı ırkçılığın iktidar çevrelerince yerden yere vurulmasında olduğu gibi. Show TV’de Didem Arslan Yılmaz’ın programında yayına bağlanarak Kürtçe konuşan Türkan Taşçı’yı “Hayır hayır Türkan Hanım bizim de anlamamız lazım. Türkan Hanım'ı bir hattan alın. Kızlara hakaret edemez tabii, öyle de konuşamaz. Biraz da anlarım ben Kürtçe'den, kesinlikle olmaz. Halayla bir konuşun. Doğru düzgün Türkçe konuşsun, hepimiz anlayacağız. Burası Türkiye Cumhuriyeti yani. O dili bilmiyoruz ki biz. Bilsek anlayacağız da, konuşacağız da... Bilmiyorum” diyerek azarladı.
Sunucu, sanki 2015 yılından beri yargıdan siyasal alana kadar her alanda Kürtlere hayatı dar eden resmi iktidar politikasından güç almıyormuş gibi AKP’liler sunucuyu ayrımcılık yapmakla eleştirdi. Selahattin Demirtaş’ı hakkındaki ulusal ve alt mahkemeleri bağlayıcı tartışmasız olan AİHM kararlarına rağmen serbest bırakmayan siyasal alandaki milliyetçi, dışlayıcı hakim iklimin sorumlusu iktidar değilmiş gibi davranmak ilginç bir pişkinlik örneği. Göçmen tartışmasında benzer bir durum var. İktidarın bir göçmen politikası yok. İktidarın, göçmenleri rahat ettiren, kucaklayan, göçmenlerin insanca yaşamak için gerekli olan hakların tanınmasını merkezine alan şeffaf bir politikası yok. Bu belirsizlik, ırkçıların yalanlarına yayılabileceği uygun bir zemin sunuyor. Özellikle Kürt sorunu tartışması bağlamında nefret yüklü bir ayrımcı dilin iktidar sözcülerince kullanılmasının yarattığı siyasal iklim, kutuplaştırıcı siyaset yapma tarzıyla birleşerek azınlık, dışlanan, ezilen, dezavantajlı her toplumsal kesimi tekinsiz bir yaşam savaşının içine savuruyor. Başka bir ülkeye kaçmak, sığınmak zorunda kalan göçmenler bu iklimi yaratanların sorumluluğu altında kendilerini iyice yabancı hissediyor.
Dertleri dayanışma değil
Bir sene önce Avrupa Birliği ülkeleriyle iktidarın yaşadığı gerilimin bir aşamasında Erdoğan, göçmenlerin Avrupa’ya geçişlerine engel olmayacaklarını ilan etti. Bu, göçmenleri pazarlık masasında bir kozdan daha anlamlı bir olgu olarak görmeyen, bir siyasal yaklaşımın uzantısıydı. Bu haberi duyan göçmenlerin varlarını yoklarını ortaya koyarak sınır kapısına doğru hücum etmesi, Türkiye’nin binlerce göçmen açısından mecburi bir ikametgah anlamına geldiğini gösterdi. Türkiye Avrupa’ya gidemeyen göçmenlerin zorunlu olarak konakladıkları bir ülke. “Türkiye ile AB arasındaki göçmen anlaşması 18 Mart 2016'da Türkiye-AB zirvesi sonrası yürürlüğe girdi. Anlaşma kamuoyunda '18 Mart Mutabakatı', 'Göçmen Mutabakatı' olarak biliniyor.” Bu mutabakata göre 20 Mart 2016 itibariyle Türkiye'den Yunan adalarına geçen tüm yeni düzensiz göçmenler Türkiye'ye iade edilecek. Mutabakat, Türkiye’nin, AB'ye yönelen yeni düzensiz göç güzergahlarının oluşumunu engelleyeceğini, deniz ve kara güzergahlarını önlemek için her türlü tedbiri alacağını ve bu doğrultuda AB'nin yanı sıra komşu devletlerle de işbirliği yapacağını da karar bağlıyor. Ayrıca 2016 yılı Haziran ayı sonuna kadar tüm kıstasların karşılanması şartıyla Türkiye lehine vize kolaylığı ve vize muafiyeti hususları değerlendirilecek, hız verilecek. Kuşkusuz mutabakat Türkiye lehine vize kolaylığının yanı sıra bu işleri yapması için başlangıçta 3 milyar Avro’nun yanı sıra bir ikinci 3 milyar Avro’yu daha AB’nin Türkiye’ye ödemesini kabul ediyor.
Durum özetle şöyle: Türkiye, göçmenlerin AB’ye gitmesini engellemek için para karşılığında ve vize kolaylığı gibi adımlar karşılığında devlet gücünü kullanıyor. 2020 yılında İdlib’de Esad rejimi ve Rusya’nın saldırısı sonucunda en az 33 Türk askeri ölmüş, 30’dan fazla da asker yaralanmıştı. Türkiye’nin batının bu saldırıya ses çıkartmaması nedeniyle göçmenlerin sınırı geçişine izin vermişti. AKP Sözcüsü Ömer Çelik “Şehitlerimiz için canımız yanıyor. Bu mücadele ülkemizin sınırlarını korumak için sonuna kadar verilmesi gerekmektedir. Türkiye'nin bu gelen mülteci baskısını kaldıramayacağını söylemiştik. Yapılan saldırılar sonrası mülteciler, buradan Avrupa ve Türkiye'ye doğru ilerliyorlar. Ortada bir durum var ve mültecileri artık tutabilecek durumda değiliz” demişti.
Hepimiz o günlerde göçmenlerin yaşadığı derin sıkıntıları hatırlıyoruz. Bulgaristan göçmen geçişini engellemek için sınıra asker göndermiş, Yunanistan ise sınırlara otobüslerle duvar örmüş ve tüm giriş çıkışları engellemişti. Şubat ayının soğuğunda binlerce göçmen sınıra doğru koşmuş, çok zorlu koşullarda ve acılar çekerek sınırların aslında açılmadığını görmüşlerdi. Kaç göçmenin sınırları aşmaya çalışırken öldüğü bilinmiyor. Ama varını yoğunu satarak sınıra koşan insanlar bir aldatmacayla karşı karşıya olduklarını gördüler, geri dönecek mecali olmayan bir çok göçmen vardı aralarında.
Bu gelişmelerin, Altındağ’da yaşanan saldırılarla alakasız olduğunu düşünen çok yanılır. Siz göçmenleri AB’yle pazarlıkta kullanabileceğinizi düşünür, sınırları açıyormuş gibi yapıp oradan oraya savrulmalarına neden olursanız, birileri de çıkıp, iktidara geldiklerinde “Bu sığınmacı sorununu çözeceğiz; ve tabii ki bunu aklıselimle yapacağız. Davul zurna ile uğurlayacağız misafirlerimizi” derler. Başka birileri göçmenler etrafında pazarlık yapmanın mümkün olduğunu görüp, ırkçı bir yalan dalgasıyla Suriyeli ve Afganlara yönelik nefret kampanyasının başlatabilirler.
Başka nedenler de var
İktidarın bir dizi sorumluluğu daha var göçmen düşmanlığının pekiştirilmesinin altında yatan. Bunlardan birisi, göçmenlerle ilgili yalanlara karşı topyekun bir yanıt vermemesi. Tersine, bu konuları iktidar sözcülerinden öğrenmek isteyen birisi boşuna çabalar. Eğer ırkçı nefret dalgası iktidar açısından aşırıya kaçmamışsa, ırkçı yalanları çürütmenin, gerçek sayıları açıklamanın bir önemi yok. Sadece gerçeği açıklamamakla kalmıyor iktidarın göçmenler aleyhine esen havaya yaptığı katkı - iktidar blokundan özellikle Bahçeli’nin son dönelerde yaptığı çıkışların - İYİP’in, Ümit Özdağ’ın göçmen karşıtı çıkışlarından hiçbir farkı yok. Bahçeli, "Düzensiz göç, adı konmamış bir istiladır, demografik yapımıza kumpastır. Tehlike alarm verici düzeydedir" göçmen karşıtı yangına körükle gitmiş oluyor. Benzer bir açıklamayı Erdoğan da yaptı. Gazetelerde yayınlanan haberlere göre “Erdoğan, Avrupa Birliği (AB) Konseyi Başkanı Charles Michel ile telefonda görüştü. AB’nin, Afgan halkına Afganistan'da ve komşu ülkelerde, özellikle İran'da yardım etmesi gerektiğini ifade eden Cumhurbaşkanı Erdoğan, halihazırda 5 milyon sığınmacıya ev sahipliği yapan Türkiye’nin ilave bir göç yükünü kaldıramayacağını vurguladı.”
Taliban’ın zulmünden kaçan insanları, ölüm kalım mücadelesi veren kardeşlerimiz değil de ilave bir yük olarak görmek, Erdoğan’ın verdiği sayıyla 5 milyon sığınmacıyı da birilerinin ilave yük olarak görmesine kapıyı aralıyor.
Nefret söylemine taviz
İktidar, yıllar önce nefret söylemine karşı güçlü yaptırımlar uygulayacağı iddiasından, özellikle 7 Haziran 2015 seçimlerinin ardından siyasal çıkarlarına daha çok denk düştüğünün düşündüğü bir nefret iklimini bizzat kendi elleriyle inşa etmeye savruldu. Seçim kazanmak için her türden gemiyi yakmaktan bir an bile geri durmayanlar, Hollanda’yla yaşanan gerilimi memleket sathında portakal keserek protesto eden bir insan kalabalığının nefret yüklü cüretkarlığının sorumlusu oldular.
Nefret söylemine verilen her taviz, nefret söylemini siyaset yapmanın temeli olarak ele alan ırkçı ve faşistlere özel bir alan açtı. İktidarın 24 Nisan’ın 100. yılı günlerinde estirdiği milliyetçi rüzgar, Kürt sorununda çözüm sürecinin her bir kazanımının hesabını sormaya yeminli bir devlet aklının devreye girmesi, 2015’te iki genel seçim, 2016 yılında bir referandum, 2017’de cumhurbaşkanlığı seçimi, 2018 yılında genel seçimler, 2019 yılında yerel seçimler ve ardından tekrarlanan İstanbul seçimleri, aralıksız bir nefret söylemi dalgasına boğdu siyasi atmosferi.
Bir sonraki seçim yaklaştıkça, iktidarın kendini konsolide etme aracı olan siyasal kutuplaşma, İstanbul seçimleri bu kutuplaştırma politikasının alıcılarının azalmaya başladığını gösterse de nefret söylemini yanına alarak son hızla derinleştiriliyor. Böyle bir kutuplaştırma, nefret söylemi, dışlayıcılık olmadan inşa edilemez zira. AKP’nin seçim kaybetmesi, Erdoğan’ın cumhurbaşkanlığını seçimini kaybetmesini Türkiye’nin beka sorunu olarak kodlamak, siyasal alanı her türlü ırkçının istediği gibi cirit atabileceği, her türlü ırkçı kötülüğün boy gösterebileceği, olağan koşullarda dile getirmenin kanunen suç olması gereken katliam çağrılarının, yalanlara dayalı propagandayla övülen linç çağrılarının günlük alışkanlık haline geldiği bir karanlık alan yaratmaktır.
Altındağ saldıları göçmen düşmanlığını bir siyaset yapma aracı olarak görenlerin içinde rahatça gezinebildikleri bu alanlar nedeniyle de gerçekleşiyor.
Üstelik, herhangi bir demokratik eylem sayısız polisle anında bastırılıyor ya da bastırılmaya çalışıyorken, apaçık bir linçe başlamadan müdahale edemeyen iktidar, linç anında da gereken yanıtı göstermedi. Özgürlükleri için yürüyen toplumsal kesimlere uygulanan baskıyla kıyaslandığında insanların evini yakan yıkan, işyerlerini yağmalayan, çoluk çocuk öldürme hırsıyla davranan ırkçılar bir alan bulabildiler.
Özetle, “göçmen politikasındaki” AB ile pazarlıkçılık, şeffaf, herkesin bildiği bir göçmen politikasına sahip olmaması, ırkçıların ve göçmen düşmanlarının sayısız yalanına gereken yanıtları vermemesi, göçmen işçilerin alınterinin ekonomide tuttuğu yeri göstere göstere anlatmaması, ırkçı hedef göstermelere hızla yaptırım uygulamaması, nefret söylemini kullananların kendilerini rahat hissettiği bir iklimin yaratılması, göstere göstere gelen linçe anında ve sert yanıt vermemesi Altındağ felaketinin (evet, bu unutulmaması gereken bir felakettir) içinde cereyan ettiği zeminin ne olduğunu gösterir.
Kuşkusuz, Erdoğan’ın göçmen meselesinde kullandığı dilin, göçmenlere karşı genel bir nefret dalgası karşısında bir çok siyasetçiden farklı olduğunu görmek gerekir. Erdoğan da Ümit Özdağ, Bahçeli, Kılıçdaroğlu ya da İYİP’liler gibi bir dili tercih ederse, yolda dövecek insan arayan bazı resmi ya da gayri resmi tiplerin hızla göçmenlere yükleneceği çok açık.
Bu da yazıyı bitirirken sonraki ve son yazıda tartışmaya çalışacağım, göçmen karşıtlığını “sınır namusu” gibi tuhaf kavramlarla süsleyen muhalefetin çürümüşlüğüne getiriyor.
Şenol Karakaş