Pandemiyi yıkıcı bir varyant üzerinden anlamak
Toplumsal bağışıklığı sağlayamadığımız sürece her yeni gün daha güçlü bir varyantın ortaya çıkma ihtimaliyle yaşamak zorunda kalıyoruz.
Bahar aylarında, Hindistan’ın aşırı sağcı başbakanı Modi’nin sınır tanımaz bönlüğü yüzünden ülkede inanılmaz dehşet sahnelerinin yaşandığına tanık olmuştuk. Normalleşmenin zamanından önce teşvik edilmesini takiben attığı her adımda bilime ve verilere sırtını döndü, salgının yeni dalgasını tsunamiye dönüştürecek yanlış kararlar aldı. Modi’nin beslediği tsunami Hindistan’ı öyle bir vurdu ki günlük vaka sayısı 400 binleri aştı. Sağlık sistemi çöktü, kurtarılabilecek durumda olanlar bile oksijen stokları tükenince ölüme terk edildi. Krematoryumlarda yakacak odun kalmadı, morglarda kapasite aşıldı. Yaşamını yitirenlerin bir kısmı evlerinde, bir kısmı da sokaklarda öylece terk edildi.
Wuhan’da beliren ilk patojene kıyasla 2,4 kat daha bulaşıcı olan Delta varyantı işte böyle bir ortamda peyda oldu. Ve o agresif varyant şimdi tüm dünyayı tehdit ediyor.
Nüfusunun yüzde 60’ı aşılandığı halde, İsrail’de 16 yaş üzerinde, yani aşılanmayan grupta yayılmaya başladı Delta. Tam da toplumsal bağışıklığın oluştuğu düşünülürken yeniden bir dalga yükseldi, vaka sayıları hızla arttı. Ülkede yeni varyanta yakalanan vakaların üçte biri çift doz aşısını olmuş bireylerden oluşuyor.
Toplumsal bağışıklık, salgının hemen ve tamamen sona ereceği anlamına gelmez; hızını düşürür, bir gradyan sunar. Bu sürecin nasıl devam edeceği, sürekli değişmekte olan patojene ve ihtiyaç duyulan önlemlerin sürdürülmesine bağlıdır. Johns Hopkins uzmanları, ABD’de aşılanma oranının yüksek olduğu bölgelerde Delta’ya rağmen düşüş yaşandığını, aşılanmanın hız kazanamadığı diğer bölgelerdeyse vaka ve ölümlerde artış görüldüğünü dile getiriyor.
Aşılanmış olanların taşıdıkları virüs yükü azaldığı için, Delta’yı alsalar da hastalığı ayakta atlatıyorlar, ama öncesinde çok daha yüksek olan iki dozluk aşı etkisinin bu varyant karşısında zayıfladığı da görülüyor. İsrail’in elde ettiği bulgular Biontech aşısının yüzde 90+ etkili olduğunu doğruluyordu mesela. Ne var ki Delta varyantının bu oranı yüzde 60-70’lere kadar düşürdüğü söyleniyor.
Tam olarak bu nedenle, aşılamada, virüsün daha agresif varyantlar ortaya çıkarmasına fırsat tanımayacak hıza ulaşmalıyız ki bu kâbusu sonlandırabilelim.
18 ay, 185 milyon vaka, 4 milyon ölüm
SARS-CoV2 bilhassa savunmasız kişilere hiç merhamet göstermeyen, son derece tehlikeli bir patojen. Veriler ortada. Son 18 ayda yaşananlar da ortada. Bizimki gerçek bir ayakta ve hayatta kalım mücadelesi. Örneğin, virüsün, beynin parahipokampal girus, orbitofrontal korteks, insula bölgelerinde gri madde kaybına sebep olabildiği anlaşıldı. Koku ve tat yitimini de açıklayan bu bulgular, hastalığın, hafif atlatan vakalarda bile kalıcı etkiler bırakabildiğini ortaya seriyor.
Dünya Sağlık Örgütü’nün geçtiğimiz hafta yayımlanan son epidemiyolojik raporu, bildirilen ölüm sayılarının aşılar sayesinde azalmaya devam ettiğini söylüyor ama aşıların halen ulaştırılamadığı Afrika’daki ölüm oranlarında yüzde 42’lik keskin bir artış olduğu da görülebilir. Aşılanmanın hızlandığı ülkelerde ağır hastalık ve ölüm riski azalıyor, aşılara ulaşamayan ülkelerde durum her açıdan daha da kötüye gidiyor. Durumu şöyle de özetleyebiliriz: Yoksul, kırılgan toplumlara aşı göndermeyip oralarda yaşanan yıkımı görmezden geliyor ve tam olarak aynı sebeple yeni varyantlara zemin hazırlıyor, eş zamanlı olarak diğer her yerde oradan çıkacak ölümcül varyantları zamana karşı yürütülen bir mücadelede alt etmeye çabalıyoruz.
Geride bıraktığımız 18 ayda küresel bir pandemiyle nasıl mücadele edilmesi gerektiğini az çok anladık. Bu şekilde devam ettiğimiz sürece başarıya ulaşmamız beklenebilir mi?
Neticede aşılanarak kurtulabileceğimiz bir illet yüzünden 4 milyon kişiyi kaybettik. Nihayet aşılanmaya başladığımız, virüs karşısında ilk defa avantajlı konuma geçebileceğimizi gördüğümüz evredeyiz ama bu kez de aşıları herkese ulaştıramıyoruz çünkü geliştiriciler patent haklarından vazgeçmedi, bu nedenle üretimde yeterli miktara ulaşılamadı, kalkınmış ülkeler aşı stoklarını eritirken yoksul ülkeler mücadelelerini aşısız yürütmeye mahkûm edildi. Bu da yetmezmiş gibi toplumlarda aşılara karşı güvensizlik yaratacak söylem ve tutumlara başvuruldu. Örneğin Sağlık Bakanı Koca, Sinovac seçimini haklı çıkarmak için bunun daha iyi bir aşı olduğunu işaret eden bazı söylemlerde bulundu, yandaş medya bu söylemlerden aldığı güçle mRNA aşıları aleyhinde algı yönetimine girişti. Aşılar konusunda yaratılan şüphe topluma iyiden iyiye yayılıp güçlenen bir ses olarak yükselmeye başlayınca çark edildi, ama geç kalındı. Şimdi bir de bu şüpheleri bertaraf etmemiz gerekiyor.
Neyse ki şu ana dek aşıdan kurtulabilen bir varyant çıkmadı ortaya, ancak bu da gerçekleşirse tüm aşıların yeniden uyarlanması gerekir. Birkaç ay, hatta belki de 1-2 yıl sürebilecek bir çalışmadan bahsediyoruz. Bizler bir türlü sonlanmayan bu döngüye hapsolmuş şekilde bir kez daha aşıların hazır olmasını beklerken, virüs de buradan doğan avantajını kullanıp çeşit çeşit varyant üretirse – ki bu da gayet olası görünüyor- beklediğimiz aşıların her yeni varyanta göre güncellenmesi de gerekebilir. Tüm bunları sıkılaştırılmış önlemler evresine geri dönerek yaşamak zorunda kalacağımız da unutulmamalı. Sonuçta oyuna çok daha dezavantajlı bir pozisyonda geri dönme riskiyle de karşı karşıyayız.
‘Yüzde sıfır risk’ beklentisi ne kadar gerçekçi?
İdeal bir dünyada aşının yüzde 100 güvenli olduğunun kanıtlanması beklenebilir. Oysa uygulamada her zaman bir miktar risk vardır. Yani ‘yüzde sıfır risk’ seçeneği pek olası değil. Covid-19 aşılarından beklentimiz, öncelikle virüsün yayılımını azaltıp bireylerde hastalığı önleme konusunda etkili olmaları. Bunu yaptıklarında salgının hızını kesmiş oluruz zaten.
Aşı uygulamaları Aralık 2020’de başlatıldı. Gönüllüler üzerinde denenmeye başladıkları tarih ise Mart 2020’ydi. Aşı sonrasında görülebilecek yan etkiler o zamandan (Mart 2020) bu yana yakından izleniyor. Şu ana dek endişe verici bir duruma rastlanmadı. Zaten ilk 6-8 haftadan sonra bildirilen bir yan etki olmadığı için onay aldılar. Tespit edilen yan etkilerin de neredeyse hepsi aşılanmayı takip eden ilk 28 gün içinde bildirildi.
Geride bıraktığımız aylar boyunca ABD’deki VAERS sistemi (Aşı Olumsuz Olay Raporlama Sistemi) tarafından toplanan verilerin yansıttığı üzere, yan etkilere nadiren rastlanıyor. Öne çıkanlardan biri, aşı karşıtlarınca sürekli gündemde tutulan pıhtılaşma sorunu. Buna yazının ilk bölümünde değinmiştim. Danimarka’nın yürüttüğü büyük veri değerlendirmesi, pıhtılaşmanın aşılarla alakası olmayan bir sağlık sorunu olduğunu işaret ediyor. Milyonlarca insan aşılandığında, nüfusun bir bölümünü çoktan ele geçirmiş olan bazı sağlık sorunlarının aşının yan etkileri ile karıştırılması mümkündür. Bu örnekten anlaşılabileceği üzere, aşılar ve tespit edilen sorunlar arasında bir nedensellik olup olmadığını anlamamız vakit alabiliyor.
Aşı karşıtlarınca sıkça vurgulanan diğer bir yan etki ise miyokardit riski. Türk Tabipleri Birliği bunun oluşma ihtimalini şöyle değerlendiriyor; “COVID hastalığı sırasında miyokardit gelişme riski yüz binde 22’dir. Bir başka deyişle, hastalık geçirilmesi durumunda miyokardit oluşma riski 14 kat daha fazladır.”
ABD Hastalık Kontrol ve Korunma Merkezleri (CDC) de VAERS verilerini yorumlarken TTB’nin yaptığına benzer bir açıklamada bulunup miyokardit riskinin çok düşük olduğunu, ortaya çıksa bile ilaçla tedavi edilebilecek kadar hafif atlatıldığını bildirdi. CDC’nin açıklamasında, aşının faydalarının aşı sonrası gelişebilecek yan etkilerden çok daha baskın olduğuna da dikkat çekiliyor.
Risk-fayda perspektifi
Risk-fayda hesaplarını rasyonel perspektifte yürütmek önemlidir. Hastalığın yol açacağı, ölüme kadar uzanan etkileri azaltma şansımız var. Salgın yüzünden dört milyon kişinin can vermiş olması ve virüsün hastalığı ayakta atlatanlarda bile kalıcı hasar bırakabiliyor oluşu, bu seçimin aşılardan yana yapılması gerektiğini gösteriyor.
Salgının pik yaptığı evrelerde sağlık hizmetlerinin kırılma noktasına dek zorlanabildiğini gördüğümüze göre, bu ihtimali de dışarıda bırakamayız. Önceliğimiz, insanları hastanelerden uzakta, hayatta ve ayakta tutmak olmalı. Buna bir de çocukların ve kendileri için karar veremeyen savunmasız kişilerin haklarını ekleyelim. Bazı yetişkinlerin aşı olmama hakkı varsa, çocukların da aşılanmayan yetişkinlerden korunma hakkı vardır. Bakıma muhtaç bireyler de korumamız gereken savunmasız insanlar arasında yer alıyor mu? Onların bakımını aşılanmamış kişilere teslim edebilir miyiz?
Türk Tabipleri Birliği, “Aşı olmasa bu salgının daha yıllarca süreceğini” söylüyor; “virüsle karşılaşan nüfusun en az %1-3’ünün; duyarlı gruplar için %10-30 kadarının ölüm riskiyle karşı karşıya olduğunu vurgulamak isteriz.”
Ortada meşru bir toplum sağlığı endişesi var ve talebimiz, en savunmasız kişiler başta olmak üzere hepimizin azami düzeyde korunabilmesidir. Etik yaklaşım, bireyin özgürlüğü ve kendi kaderini tayin hakkını bir kefeye, aşıyı reddetmesi halinde vereceği zararı da diğer kefeye koyup tartmayı gerektirir. Bireyci, liberal ya da kuşkucu, nasıl adlandırıyor olursak olalım bazı bireylerin bu türden saiklerle toplumun büyük çoğunluğu için tehdit oluşturacak bir seçim yapıp aşıyı reddetme haklarının bulunduğundan bahsediyorsak, yaşama hakkı üzerine de bir tartışma başlatmalıyız.
Herkes güvende olana dek…
“Dünya nüfusunun asgari %60-70’i bağışık olmadan salgının sonlanması mümkün görünmüyor,” diyor TTB.
Başka türlü bitirilemeyecek bir salgında aşılanmayı seçmek, sadece kendimizi değil diğerlerini de korumak için atılan bir adımdır ve bu açıdan bir toplumsal dayanışma eylemidir. Hatta bir toplumda bağışıklık kazanılmış olsa da diğerlerini virüsün yeni varyantları kırıp geçirdiği sürece hiçbirimiz güvende olamayacağımız için bunu küresel bir dayanışma eylemi olarak görmeliyiz.
Daha fazlasını öğrendikçe riske karşı faydayı tartmaya devam edeceğiz elbette. Fakat biz bu tartışmaları yaparken virüs de buradan yakaladığı boşluğu kullanıp giderek daha tehlikeli olmaya başlıyor.
Dünya Sağlık Örgütü, ‘sürü bağışıklığı’ gibi bir sağlık hedefine ulaşmanın şart olduğu durumlarda – aşı güvenliğine ilişkin yeterli kanıt da mevcutsa- zorunlu aşılamanın bile gündeme gelebileceğini söyler. Aşının zorunlu olması, zorlayıcı olacağı anlamına gelmiyor bu arada. Zorunlu aşılamada cezai yaptırım yok; etik yükümlülük ilkesi giriyor devreye.
Sonuç olarak enfeksiyon zinciri, düşük aşılama oranları yüzünden kırılamaz ve/veya savunmasız bireyler risk altında yaşamaya zorlanırsa belirli endüstriler ya da çalışma ortamlarında bulunmaya devam edebilmek için aşılanma şartı getirilebilir. Son günlerde İngiltere başta olmak üzere birçok ülkede tartışılmaya başlanan etik yükümlülük ilkesi, örneğin sağlık hizmetleri ve bakımevi görevlilerini kapsayacak şekilde yürürlüğe konabilir gibi görünüyor.
TTB’nin dile getirdiği şekliyle; “hızla ve kritik eşikte bağışıklık geliştirecek [şekilde] aşılama yapmak pandeminin yol açtığı okulsuzluk, açlık, işsizlik gibi ağır hasarlar nedeniyle de zorunludur.”
“Bu salgının durdurulabilmesi için hesaplanan kritik eşik, nüfusun %75’inin aşılanmasıdır. Türkiye için, en az 60-70 milyon kişinin çift doz aşılanmış olması gerekmektedir.”
Öyleyse asıl konuşulması gereken mesele, aşıyı reddedenlerin kendilerince haklı gördükleri basmakalıp saikleri değil, bizlerin sağlıklı yaşama hakkını ihlal eden böyle bir seçim karşısında bu hakkımızın nasıl korunacağıdır.
Tuna Emren