1915’te ne oldu? Soykırım mıydı değil miydi?
Ne kadar ürkütücü bir tartışma... Fikrinizi söylediğiniz anda, hele ki “soy...” demeye başladığınız andan itibaren, devletin resmi ideolojisinin kuytularına yerleşenlerden salvo atışına maruz kalmanız işten değil...
Türkiye’nin resmi tarihi sadece 1915’le ilgili olarak değil; daha pek çok konuda unutma ya da yeniden yazma operasyonlarıyla dolu. Din meselesi, başta Kürt meselesi olmak üzere bütün etnik grupların varlık ve kültürleriyle ilgili meseleler yok sayıldı ya da bastırıldı.
Ancak bugün çok uzun sessizliklerden sonra, nihayet çok geniş bir yelpazede neredeyse ufkumuza giren bütün meseleler hakkında toplum konuşuyor. Bu “konuşma” bazen gerilimlere sahne olsa da, çok büyük bedeller ödense de sürdürülüyor.
Türk ulus-devletinin inşasında kullanılan “temiz bir geçmiş” söyleminin geçerli olmadığını bugün çok daha fazla görüyor ve biliyoruz. Ancak meselenin sadece 1915, İstiklal Mahkemelerinde kurulan darağaçları, Dersim katliamı, Varlık Vergisi soygunu gibi “kuruluş”a özgü karanlık sayfalar olmadığını da biliyoruz. 6-7 Eylül’lerden, Başbakan ve Bakanları asan 27 Mayıs’lara, gencecik insanları asan 12 Mart’lara, 50 kişiyi “resmen” asan, yüzlerce kişiyi işkencede öldüren ya da “kaçarken” vuran, 17 yaşındaki bir çocuğun yaşının büyütülüp asan 12 Eylül’lere, gencecik öğrencileri başörtüsünden ötürü okula sokmayan, hayatlarını karartan 28 Şubat’lar da devletimizin ve tarihimizin karanlık sayfaları arasında yer alıyor.
Bugün belki de devletin tüm tarihi boyunca kendi halkının farklı kesimlerine karşı uyguladığı zulmün farkına varmamız gerekiyor.
Devletin Müslümanlara, Kürtlere, solculara, Alevilere yaptıklarını bugün kabul ediyoruz; çünkü bu kesimler zaman içinde kendilerini bir ölçüde korumayı becerdiler; seslerini duyurabilecek bir nüfusa ve mecraya sahip oldular.
İşte bugün varlığını sürdürebilen geçmişin mağdurlarından farklı olarak, Ermeniler kendilerini koruyamadılar çünkü “7 tane Ermeni öldürmeyen cennete gidemez” gibi sözde dini fetvaların beslediği derin bir sessizlik eşliğinde, Ermenilerin bugün seslerini topluca duyuracak gücü kalmadı.
Öte yandan, “Ermeniler ihanet ettiler, dolayısıyla tehcir edildiler” söylemi üzerine de soracağımız çok basit bir soru var.
Gerçekten “ihanet” nedir?
Öncelikle şu anda Anadolu topraklarında en az 2000 yıllık bir geçmişe sahip olduğu bilinen Ermeniler hakkında, sonradan gelenlere “ihanet ettiler, dolayısıyla cezalandırıldılar” şeklinde bir değerlendirme yapmak sadece ve ancak güçlünün/kazananın dayattığı dilin arkasına saklanmaktan başka bir anlam taşımıyor.
Eğer “ihanet” varsa, bütün Osmanlı coğrafyasında Osmanlı’ya ve onun padişahlarına “ihanet” eden Sırplar, Yunanlılar, Bulgarların yanısıra, tabii ki Ermenilerle birlikte padişaha komplolar kuran Jön Türkler ve İttihat Terakki de “ihanet” etmişti.
Veya Ankara hükümetine “sadık” olan Çerkes Ethem, Padişaha “sadık” kalan Ahmet Anzavur’un Çerkes birlikleri ile savaştığında hangisi “ihanet” ediyordu? Eğer Çerkes Ethem’in Ankara hükümetine değil de padişaha ihanet ettiği kabul edilecekse, evet, o zaman Ermenilerin de ihanet ettiğini kabul edebiliriz.
Ya da Ermenilerin “ihaneti cezalandırılırken”, Kastamonu’dan, Kütahya’dan Der Zor çöllerine sürülen yaşlı Ermeni kadınlarının, anasının kucağından koparılıp öldürülen bebeklerin “suçunu” nasıl tanımlayacağız?
Ya da “biz soykırım yapmadık” derken kullanılan “biz” öznesi tam olarak nedir? İttihat Terakki’nin yaptığı bir operasyonla neden özdeşleşilir? Aynı organizasyonun diğer toplum kesimlerine, aynı ölçekte olmasa da, çeşitli dozlarda zulüm uyguladığını bildiğimize ve o kesimlere uygulanan zulmü “biz yaptık” veya “yapmadık” demediğimize, göre, Ermenilere yapılanları neden “yapmadık” diyerek İttihat Terakkici bir devleti üstleniyoruz?
Ferhat Kentel
(BasNews)