Fosil yakıtlar kapitalizmin üzerinden soyulup atılacak bir katman değildir; sistemin her bir hücresine kaynamış durumdadırlar artık. – Ian Angus
İklim değişiminden hepimiz mi sorumluyuz?
Öyle olduğunu vazeden argümanları sıkça duyuyoruz. Peki bu doğru mu gerçekten?
Bu soruyu bir an bile düşünmeden ‘evet’ diye yanıtlıyorsak, krizin esas sorumlularını görmezden geliyor ve kaybedecek bir dakikamız bile kalmadığı halde çözüm için gereken gerçekçi, bilimsel adımları atmak yerine etrafından dolaşıyoruz demektir.
Yazar ve çevre aktivisti George Monbiott 2019 yılının Nisan ayında kaleme aldığı Guardian yazısında şöyle diyordu; “Yaşım ilerledikçe iki şeyi fark etmeye başladım. Birincisi, bizi dosdoğru felakete doğru sürükleyen şey, sistemin belirli bir çeşidi değil, kendisi. İkincisi, kapitalizmin başarısız olduğunu söylemek için, kusursuz bir alternatif üretmek zorunda değilsiniz… Sonuçta şu seçimi yapmamız gerek: Kapitalizm devam etsin diye yaşamı mı yok edeceğiz yoksa yaşam devam etsin diye kapitalizmi mi?”
Bu krizden hepimizin sorumlu olduğu argümanı genelde şu şekilde devam eder; üzerimize düşeni yapıp nüfus artış hızını azaltmalı, vegan beslenme felsefesini benimsemeli, otomobil kullanmamalı, zorunlu haller dışında uçak seyahatinden kaçınmalıyız. Çözüm olarak önümüze konulan liste uzayıp gidiyor. Öyle ki veganizmin tek başına böylesi bir iklim krizini sonlandırabileceği bile iddia edilir oldu. COP21 konferansı sırasında Londra’da gerçekleştirilen eylemlerde şu sloganların yazılı olduğu dövizler göze çarpıyordu: “İklimi mi değiştirmek istiyorsun? Diyetini Değiştir, Vegan Ol!”, “Vegan Diyet Gezegeni Kurtaracak”.
Elbette hepimiz gezegenin sonlu kaynaklarına saygıyla yaklaşmalı, daha az tüketmeli, yerelden beslenmeyi tercih etmeli, bilhassa et tüketimini azaltmalı, içten yanmalı motor çılgınlığına dahil olmaya artık gerçekten son vermeli, zorunda kalmadıkça uçak yolculuğunu tercih etmemeli, kısacası gezegendeki yaşamın bir parçası olduğumuz için üstümüze düşen tüm sorumlulukları yerine getirmeliyiz. Bunun tartışılacak bir tarafı yok zaten. Her bir çevre aktivistinin öncelikle vegan olması gerektiğine dair beklenti ve bu yönde zerk edilen fikirler ile veganlığın dünyayı kurtaracağına yönelik iddialar ise tek başına bir yazı konusu. Her şeyden önce, böylesi bir savı elimizdeki yegâne çözümmüş gibi öne sürdüğü için, bu yazının ikinci bölümü olmayı hak ediyor.
Evet bireysel tutum değişikliği önemli fakat kişisel çabalarımızı bu yok oluş krizine çözüm olacakmış gibi göstermek, kapitalist üretim sisteminin eşitsizlik ve adaletsizliğe dayanan, sürekli büyümek zorunda olduğu için sürekli krizler yaratan ve her bir krizi içinden çıkılamaz duruma sürükleyen tutumunu gözlerden gizlemek anlamına gelir. Masaya konan bu liste, kapitalizmin sunduğu çözüm önerilerinin bir parçası niteliğinde. Alaycı bir üslupla, üzerinize düşeni yapın ki mutmain olabilelim, diyor bize. Üstelik bunu gayet mütesekkin bir tavırla yapıyor, sanki bu krizi çözmek için önümüzde bolca vakit varmış da her şeyin bir sırası olduğu için öncelikle bizim sorumluluk üstlenmemiz gerekiyormuş gibi… Diğer göstermelik çözümleri ise kabaca bir özetle karbon ticareti ve çeşit çeşit piyasa mekanizmaları üzerine kurulu. Ve bunların tümü, bizi gerçeklerden uzaklaştıran ideolojik araçlar olarak yönetiliyor.
İşte, serbest piyasanın bu krizi bu şekilde çözeceği iddia ediliyor.
Naomi Klein, İşte Bu Her Şeyi Değiştirir adlı kitabında, iklim krizini bile kârlarını artırmak için kullanan çokuluslu şirketlerin inanılmaz lobi faaliyetleri yürüttüğünü serdi gözler önüne. Kendisinin yarattığı ekolojik yıkıma aranan çözümünün kapitalizmde olmadığını bir kez daha ve şüpheye yer bırakmayacak şekilde gösteriyor Klein. Örneğin, 2013’te ABD’deki petrol ve doğalgaz endüstrisinin, senato ve devlet yetkilileri üzerinden yürüttükleri lobi faaliyetleri için günde 400 bin dolar harcanmış. Bu meblağ o zamandan bu yana daha da büyüdü tabii. Siyasi iktidarlar İklim Zirvesi’nde emisyonları düşürme planlarını tartışıyorken, bir yandan da fosil yakıt endüstrisine yatırım yapıyorlardı. Sadece, Türkiye’de gündemi bir hayli meşgul eden kömürlü termik santrallerin sayısına baktığımızda bile şaşırtıcı bir tablo çıkıyor karşımıza. 2000-2010 yılları arasında kurulan santral sayısının, önceki yıllara kıyasla muazzam artış gösterdiğini görebiliriz mesela. Takip eden üç yılda ise, yani 2012’ye kadar olan dönemde, 90’lardaki kömür kapasitesinin 2,5 kat üstüne çıkıldığı anlaşılıyor.
Klein bu kitabında, karbon ticareti, doğal afet sigortası, GDO ürünler, jeo-mühendislik gibi çeşitli alanlar icat eden kapitalizmin mevcut ekolojik krizlerden nasıl kâr ettiğini de gösteriyor.
Paris müzakerelerine uzanan çetrefilli yola, iklim hareketinin önceki yıllarda yürütülen müzakerelerden olumlu sonuç çıkabileceğine duyduğu boş inançtan ötürü yaşanan hayal kırıklığı ile girilmişti. Kopenhag’da STKların “birliği, politize olmadan ara” stratejisi yürürlüğe kondu ve ilgi krizin asıl sorumlularından geri çekildi, siyasi iktidarlara güven sergilendi. Bu irrasyonel ve berbat tutum, hareketin gücünü sönümlendirip başarısızlığa uğrattı, zaman kaybettirdi. Oysa hükümetler, iklim değişimi etkilerini yavaşlatmak için harekete geçmek istemiyorlardı. O zamandan bu yana da değişmiş değiller.
Paris Sözleşmesi, iklim hareketinin yıllardır savunduğu gerçeklerin nihayet kabul görmesiydi esasen. İklim felaketlerinin kapıyı çalmakta olduğu bilindiği halde göstermelik hedefler belirlendi ve bunlara dahi uyulmadı. Göstermelik diyorum, çünkü emisyon azaltma taahhütleri, ısınmayı 1,5C’nin altında tutmak için yeterli değildi zaten. Bu taahhütlerle bizi 3C’lik ısınmaya doğru giden yola ittiler.
Paris Sözleşmesi’ni takip eden yıllarda, büyük finans kuruluşları tarafından yürütülen projelerle fosil yakıt yatırımlarının istikrarlı bir şekilde artırılarak 650 milyar doları aşacak seviyeye yükseltildiği görülüyor. Bu yatırımların tek amacı, fosil yakıtların çıkarılmasını desteklemek. Ayrıca serbest yatırım fonları ve özel sermaye şirketleri yoluyla da teşvik ediliyor bu süreç. Büyük finans kuruluşları tarafından – ve denetimden kaçmak amacıyla – aracı olarak kullanılan bu “gölge bankalar” petrol ve doğalgaz değer zincirinin her aşamasından varlık biriktiriyor, her yıl bir öncekine oranla neredeyse yüzde 20 büyüyerek devam ediyorlar yollarına (Olson ve Lenzmann, 2016). İçlerinde, rekabet avantajını büyütmek isteyen fosil yakıt şirketleri de var. Örneğin BP, finans dünyasının en büyük kuruluşlarıyla aynı ligde yapıyor ‘petrol swaplerini’.
Fosil yakıtları benimseme, onlarla devam etme ve hayatımızın her alanına yayma kararını hep beraber almadık. Kapitalizm bir fosil yakıt sistemi. Ve devletler de insanlığın, yani %99’un değil, yüzde birlik dilime karşılık gelen büyük sermayenin çıkarlarını korumak için örgütleniyor, bir yandan iklim ve çevre için taahhütlerde bulunurlarken diğer taraftan fosil yakıt endüstrisini (başta karşılıksız devlet destekleri olmak üzere) çeşitli şekillerde besleyip canavarı iyiden iyiye güçlendiriyorlar. Bu nedenle, dünyanın neresinde yaşıyor olursanız olun, eğer ki boru hatlarını; HESler örneğindeki gibi yıkım projelerini; üzerine titrenmesi gereken eşsiz doğa alanlarının - yaşanmakta olan kuraklık krizine rağmen - su havzalarına zarar verip orman katliamı yaparak ilerleyen ve siyanür saçarak altın aramaya kalkışan şirketlere pazarlanmasını ya da kaya gazı çıkarılmasını protesto ediyorsanız, kolluk kuvvetleri ve hukuk sistemiyle eyleme geçirilen devlet güçleriyle durdurulmaya çalışılırsınız.
Tehlikenin boyutları ne kadar büyük olursa olsun, bu devletlerin tamamı öncelikle kendi çıkarlarını korumak istiyor.
Üretim değil; sistematik yıkım
Kapitalizmin yol açtığı ekolojik yıkım sadece kanser hücreleri gibi sürekli büyümeye odaklı oluşundan kaynaklanmıyor; rekabet de bunda büyük pay sahibi. Büyümek bir zorunluluk ama rekabet halindeki üretim ve birikim sisteminin odağında sürekli daha fazla kâr etmek ve kârını yatırıma dönüştürmek var. Ve bunun için üretimini de artırmak zorunda.
Ayrıca kapitalist rekabet, tekelci sermayenin ortaya çıkışıyla tuhaf bir dönüşüm geçirdi ve geldiğimiz noktada bunun da payı var. Tekelleşen sermaye, küçük şirketlerin pazara girmesini önledi, rekabeti sınırlandırdı. Diğer bir deyişle; ihtiyaç fazlası üretimin artmasına sebep oldu çünkü artık yatırım yapılabilecek üretken pazarların sayısı azalmıştı.
Bu işleyişin tek amacı, rakiplere karşı avantaj sağlamak. Haliyle gezegenin doğal kaynaklarını, biyoçeşitliliği, okyanus ekosistemlerinin sağlığını, gıdamızın ya da içtiğimiz suyun kalitesini ve besleyiciliğini gözetmek gibi bir dertleri de yok. Özetle insanın ve doğanın uzun süreli sağlığını gözetmelerini ve birbirlerini ezip geçerek yükselmeye çalışırlarken bu tutumlarına etik değerlere bağlı kalarak devam etmelerini falan beklemek en ılımlı ifadeyle bönlük olur.
Kapitalizmin yıkıcı ekolojik rolünün ardındaki birincil etken işte bu; rekabete dayalı kâr maksimizasyonu. Ve gezegenin en varlıklıları, çevre üzerindeki yıkıcı etkilerinin şiddetini bu uğurda artırırken, onlardan geriye kalan artıklarla idare etmesi beklenen bizler ise bizatihi onların yarattığı krizlerden sorumlu tutuluyoruz.
Kaldı ki çevre felaketlerinden en çok etkilenenler de en yoksul, en dezavantajlı, en dışlanmış olanlarımız. İlkinin en çarpıcı örneklerinden biri, Hindistan’ın en yoksullarının iklim krizi kaynaklı seller nedeniyle kaybedilen tarım toprağından ümidini kesip temiz suya ve gıdaya erişebilmek için göçe zorlanmasıdır. Bu insanlar göç ettikleri şehirlerde, önceki hallerini aratacak koşullarda yaşamak zorunda kaldılar. Aç, işsiz, perişan… Buna yaşamak denebilirse tabii.
Dezavantajlı ve dışlanmış grupların ise kimlerden oluştuğunu biliyoruz; göçmenler, kadınlar, az gelişmiş bölgelerde altyapı sorunlarına terk edilmiş Romanlar, çocuklar diye uzayıp giden bir liste bu da. Şöyle de özetlenebilir; krizlerden en çok etkilenenler her zaman en alttakiler oluyor. Neoliberal politikalar sosyal devlet kavramını yerle yeksan ettiği için bu insanları kucaklayacak, yaşadıkları kayıpları telafi edecek kapsamlı bir sistem de yok.
Bunun aslında bir sınıf mücadelesi olduğu çok açık değil mi?
“Yeşil kapitalizm” diye bir şey yok.
Büyümenin azami seviyelere çıkarılması kaçınılmaz olarak daha fazla kaynak tüketimi, daha fazla yoksulluk, her biri toplumsal ve çevresel anlamda birbirinden yıkıcı olan krizler (üstelik her türlüsünden), daha fazla kirlilik üretir. Ve hem gezegen hem de insanlık bu büyümeye feda edilmiş olur.
Tuna Emren