Memlekette yeni bir anayasa tartışması açılıyor ama biz zorunlu olarak eski anayasa değişikliği sürecine dair sağdan soldan ulusalcılar tarafından üretilen yalanlarla uğraşıyoruz. Yeni anayasa tartışmasının oturduğu zemini de kavramaya yardımcı olur diyerek bazı başlıklara değinmeyi planlarken, iki sosyal medya mesajı, yalan yoğunluğu ve utanma duygusu yoksunluğunun bu memleketin politik ikliminde ne kadar zevkle kullanıldığını gösterdi.
Politika, utanma duygusu ve laik küçük burjuvazinin sonsuz ulusalcılığı
Birisi, bir gazetenin Genel Yayın Müdürü. “Hala kalem ellerinde utanmadan yazı yazıyorlar... Yatacak yeriniz yok...” buyurmuşlar Twitter’da. Altında da ‘böyle laf söylenir mi?’ yorumunu yazan birisine, (kimseye sosyal medya mesajlarının altında yapılan yorumları, özellikle adını sanını gizleyenlerin yorumlarını okumalarını tavsiye etmem ama) şöyle bir yanıt yazılmış: “Evet adam öldürdüler, HSYK’nın yapısındaki değişiklik, yargının işgali, hukuksuzluklar ve hapiste ölümler. Kaleminden kan damlayan çok adam var dönemde.”
Bir anayasa referandumunda bir kampanya yapan insanlar, sahte isimle sosyal medyada nefret kusan birileri tarafından böyle niteleniyor. Böyle bir yalanı ulu orta söyleyen bir sahte isimli, olsa olsa provokatör bir faşist olabilir. Ulusalcı bir gazetenin yayın müdürü olan şahsın basit, temel bir insani duygu olan, utanma duygusundan, haydi bunu geçelim, yanaklarının hafifçe kızarma duygusundan zerre nasiplenmediğini gösteren pişkinliği çok ilginç. Siz, iktidarla el ele verip, gazetenin ve gazeteyi çıkartan vakfın eski yöneticilerinin tutuklanması için elinizden geleni yapacaksınız, iktidarla tam bir işbirliği içinde olacaksınız, 80 yaşına yaklaşmış yazarların da olduğu bir grup gazeteci sayenizde gözaltına alınacak, tutuklanacak. Sonra devlet bu yazarları ve yöneticileri tasfiye edecek, bunun üzerinden tüm ulusalcılığınızı kusmak için adına gazete dediğiniz o yayının başına geçip, 2010’da referandumda “Yetmez ama evet” diyenleri, esas olarak iktidar destekçiliği yaptığı için “yatacak yerleri yok” diye suçlayabileceksiniz.
İşte bu bir genişlik örneği! Sınıfsal kökenleri tam anlaşılamayan, nasyonal sosyalist bir siyasal kimliğin yansıması olacak türden bir nefret patlaması. Türkiye Cumhuriyeti tarihinin bütün gerçeklerini unutturmaya çalışan, demokratik her hamleye karşı öfke duyan bir siyasal pozisyonun ifadesi. Neredeyse, bizlere, AKP’yle kol kola davranmalarına biz neden olmuşuz gibi kızacak. Sırtını iktidara yaslayıp, karşılarındakileri aynı iktidarı güçlendirmekle suçlamak Misak-ı Millici bir solculuğun tezahürü.
Yunuslar, sazanlar ve bağımsızlar
Asıl konuya gelmeden bir sosyal medya mesajına daha değinmek istiyorum. Zamanında bir partinin başkanlığını da yapmış bir zat, yine açık bir şekilde gerçeği çarpıtan bir mesaj yollamış. Diyor ki, “Türkiye’de iki tip aydın vardır ; biri Sovyetler Birliği mi dersin, Avrupa Birliği mi dersin, AKP’mi dersin, Cemaat mi dersin her daim dönemin büyük gücünün “evetçiliğini “ yapanlar, öteki ise bağımsızlıktan ödün vermeyenler ! Sazanlara karşı yunuslar !”
Özellikle, “Sazanlara karşı yunuslar!” esprisinin çok dikkat çekici, benzersiz olduğunu teslim etmemiz lazım.
Ama Hayri Kozanoğlu’nun bu dediğinin gerçekle hiçbir ilgisi yok! Yok, zira referandumda sadece üç tutum alınabilir, referandum konusuna evet diyebilirsiniz, hayır diyebilirsiniz ya da boykot ederseniz. Ayrıca bir üçüncü yol olduğunu söyleyen, yalan söylüyordur! Zaten üç adet yol vardır, lehte ya da aleyhte oy vermek ya da oy vermemek. Bu mesajı atan adam, Oya Baydar’ın “sazanlık” benzetmesinden “şöyle sosyal medyada güzel bir gol atayım” ilhamını aldığı için, acele etmiş ve acele işe kimin karıştığını biliyoruz! Referandumda, oy sandığına gittiğinizde, size nasıl bir kampanya yaptığınız sorulmuyor, bir zarfa işaretlediğiniz oyunuzu zarfı kapatıp kullanıyorsunuz! Bu mesajı atan vatandaşla aynı oyu kullananlar, dönemin her demokratik gelişiminin karşısında durmayı vazife edinmiş CHP’ydi. Aynı oyu kullananlar, 12 Eylül darbesini gerçekleştirip bir oradan bir buradan gençleri idam eden, solun üzerinden silindir gibi geçen, işkenceleri kural haline getiren, Kenan Evren ve diğer 12 Eylül darbecileriydi. 2010’da hayır oyunu veren, tek başına Hayri Kozanoğlu ve arkadaşları değildi, aynı zamanda MHP’ydi. Tarihi herkesin malumu olan MHP. 2000’li yılların başından beri Türk ve Müslüman olmayanları düşmanlaştıran, Türk ve Müslüman olmayanlara karşı suikastlar yapan, Hrant Dink’i haksızca yargılandığı mahkemelerde linç etmeye çalışan derin devletin aktörleriydi. 28 Şubat darbesinde yaptıkları işin yarım kaldığını düşünen cuntacılardı. 27 Nisan muhtırasını verenlerdi. Dönemin İşçi Partisi, dönemin Doğu Perinçek’iydi.
Neyin bağımsızlığıymış o!
Sizin “Hayır”ınız bir bağımsızlık belgesi; ama statükoya, darbecilere, 12 Eylül katillerine, derin devlet yapılanmasına karşı, siyasal demokrasinin gelişmesi yönünde kapının biraz olsun aralanması için, “Yetmez ama evet” diyenler bağımlı!
Evet diyenler “kullanışlı aptal.”
E, bu durumda “Hayır” diyenler neden bir başkaları açısından kullanışlı aptal olmuyor? Kimse sizin iki kere hayır gibi laflarınızı hatırlamıyor! Hatırlanan tek şey, toplumun demokratikleşme yönündeki azimli basıncına karşı darbecilerle birlikte, evet bizzat Kenan Evren’le birlikte hayır demiş olmanızdır.
Bıraktıkları miras bu değilmiş gibi bağımsızlık efsanesi anlatıp Oya Baydar’la akıllarına gelen ilk espriyi yapmak zorunda olan gösteriş meraklıları gibi dalga geçmeye çalışmaları kolayca izah edilemez.
Yakın tarihin prizmasından yansıyan Nazizm
Bugünün anayasa tartışmasına geçmeden önce, “Yetmez ama evet” kampanyası hakkında şişirilen önyargıların boyutunu gösteren çarpıcı bir örnek vermek istiyorum.
#tarih dergisinin Ocak 2021 sayısında yayınlanan ve derginin kapağından duyurulan bir yazı var. Yazı, olabilecek en kaba özetle, Hitler’in iktidara nasıl geldiğini anlatıyor. Troçki’nin faşizm yazılarını ya da Ian Kershaw’ın Hubris’ini okuyanlar için, basitten de öte bir özet. Yazar da zaten Kershaw’ı okuma önerisi olarak sunuyor. Bu, bir ağırlığı olduğu düşünülen bir tarih dergisinde tam olarak neden yer aldığı konusunda şüphe yaratan yazının başlığının neden “Yetmez ama Hitler” seçildiği ise bütünüyle merak konusu olarak kalıyor. Yazının sadece bir yerinde, şöyle bir bölüm var:
Hitler’in ülkenin rejimini tek partili bir sisteme ve diktaya dönüştüreceği düşüncesi dönemin entelektüellerine ve gazetecilerine oldukça uzaktı. Bugün adına gazetecilik ödülü verilen Frankfurter Zeitung’un ünlü yazarı Thomas Wolff bile Hitler’in bir diktatöre dönüşebileceğini öngörmemişti: “Birinin Alman ulusunun üzerinde diktatoryal bir rejim kurabileceği umutsuz bir yanlış kanaattir; zira Alman halkının içindeki çeşitlilik demokrasiyi çağırmaktadır”.
Bir de Yahudilerin, anti-semitist görüşleri bilinen Hitler’e karşı, Almanların kendilerine dokunulmasına izin vermeyeceğini düşündükleri bir bölüm var. Eğer, “Yetmez ama evet” kampanyasıyla bir diktatör yaratmışsak, bugünkü Türk usulü Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi 2010 anayasa değişikliğinin ürünüyse, yani, “Yetmez ama evet” kampanyasını yapanlar, Erdoğan’ın aşırı sağcı siyasi görüşlerine sempatiyle baktılarsa, bu başlık zorlaya zorlaya bir anlama sahip olur. Ama o zaman da #tarih dergisinde yazılan bu kısa makale yazarının yakın tarihi yorumlamasıyla Nazizm’in tarihini yorumlaması arasındaki çelişkide telef olur gider. Yazar, Hitler’in hiçbir zaman hükümet kuracak çoğunluğu sağlayamadığını yazıyor. Bu birinci benzemezlik, AKP birçok kez tek başına hükümet kurabilecek oyu aldı. İkincisi, Hitler’in partisi, paramiliter kitlesel ağlara sahip olan bir faşist örgütlenme. AKP, bugünlerde, otoriter uygulamaları görüldükçe belki de ‘otantik faşizmin” bir örneği olarak mercek altına alınsa da, faşist bir parti değil. Hitler faşistti, meclis çoğunluğunu hiçbir zaman kazanamamıştı ve çekirdekten faşist hareketle birlikte şekillendi. Programı, hedefleri, örgütlenmesi, İtalya’da faşistlerin deneyiminden sonra faşist örgütlenmenin kristalize olmuş haliydi. Peki, öyleyse, bu kafa karışıklığının, alakasız bir yazıya bu başlığı atmanın nedeni ne?
Okunma isteği, dikkat çekme isteği, ulusalcı sola seslenme isteği, faşizm hakkında yazsa da faşizmi hiç anlamamış olduğunu kanıtlama isteği, “Yetmez ama evet”çilere lafını çarpma isteği, AKP’yi faşist olarak okuma ve okurlarına böyle kavratma isteği, her otoriter rejimin faşist olduğu fikrini yayma isteği, 2010 referandumu olmasa Erdoğan’ın bugün siyasal gücü elinde bu derece yoğunlaştıramayacağını tarihsel bir örnekle anlatma isteği… İstek ne olursa olsun, başından sonuna yanlış bir örnek üzerinden ilerliyor! Çünkü 2010 yılında Türkiye’de, bu yazarın 1930’lar Almanya’sıyla ilgili anlattığı hikâyedeki partiye çokça benzeyen bir parti vardı! Üstelik bu parti, tarihi, örgütlenmesi, programı ve eylemleriyle faşizmin kitaptaki tanımının doğrulanması için şekillenmiş gibi ve 2010 referandumunda “Hayır!” kampanyası yapmıştı.
Yazar, Almanya’da 1920’li yıllar boyunca bazılarının (eli varsa muhtemelen hain Alman liberallerini suçlayacaktır, yazısında sadece önde gelen entelektüellere sorumluluk yüklemiş) Hitler tehlikesini küçümsediğini yazıyor. Hiç abartısız, biz, 1990’lı yılların başından itibaren, MHP’nin karakterinin normalleştirilmesine karşı mücadele ediyoruz. Kavgam kitabının satışının yasaklanmasını savunuyoruz, faşist partilerin, “normal burjuva parlamenter” yapıyı faşist diktatörlük lehine lağvetmek üzere örgütlendiğini tartışıyoruz. Bu yüzden, faşist tehdidi görmezden gelenleri arıyorsa gözleri, o sorunla hiç alakası olmayan 2010’a değil, öncesinde ve sonrasında sol saflarda faşistleri sıradan bir siyasi akımmış gibi gösterenlere, örneğin, “Devlet, ocak ve dergah” meselesini unutup, ekmek için Ekmeleddin İhsanoğlu’na oy kampanyası yapanlara, geçen seçimlerde Meral Akşener için (AKP karşıtlığının yüzü suyu hürmetine) oy çağrısı yapanlara, faşistlerle aynı platformları paylaşmayı, onlarla televizyon programlarında tartışmayı olağan olarak görenlere bakmalı.
Şunu da hatırlatmakta fayda var: Referandumda, bir partiye oy verilmiyor, bir öneri oylanıyor. O yüzden, “Hayır!” diyerek iktidar partisine mesafelenmenin gururunu yaşayanlara, 12 Eylül darbecileri ve MHP’yle aynı oyu verdiklerini hatırlatmak bir mecburiyet haline geliyor.
Görüldüğü gibi, bugünkü anayasa tartışmasına giriş yapmak için, 2010 referandumu hakkında yalanları, çarpıtmaları, bilgisizliği ve önyargıları ele almak gerekiyor.
İyi haber, tartışma iki yazı sonra bitiyor.
Şenol Karakaş