Çok korkuyorlar Boğaziçi Üniversitesi’nde eylemlerin sürmesinden, “Kayyum rektör”e hayır demekten vazgeçmeyen öğrencilerin ve öğretim görevlilerinin kararlılığından. Bu yüzden sadece üniversiteyi, okulun girişini, bahçeleri değil, tüm bölgeyi polis ablukasına almış vaziyetteler.
İktidarın küçük ama epeyce küçük ortağının yöneticisi şu açıklamayı yaptı: “Mesele öğrenci ya da rektör meselesi değildir. Asıl mesele üniversiteleri kapsayacak olası bir dalgalanmayı toplumsallaştırıp siyasallaştırmaktır. CHP, HDP, İyi Parti ve bunların diğer yandaş partileri Boğaziçi Üniversitesi'nde oynanan oyuna doğrudan iştirak etmişlerdir.”
Demokrasinin temel bir başlığı var, bunu bıkmadan tekrarlamak zorundayız: Nasıl küçük ama aldığı oylar itibarıyla sözcülerinin kapatılmasını talep ettikleri partilerden daha küçük olan bu partinin Boğaziçi öğrencilerinin eylemini eleştirmesi ihtimal dahilindeyse ve bunu yapabilme hakkı varsa, bir çok muhalif örgütlenmenin de öğrencilerden yana tutum alma hakkı vardır. Hatta söz konusu nefret söylemiyse, iktidarın küçük ortağının böyle söylemi kullanma ve demokratik talepleri dile getiren öğretmen ve öğrencileri başka bir ajandaya sahip olmakla suçlamaya hiçbir hakkı yoktur!
Ortada bir suç varsa hemen hemen bütün yetkililerin elbirliğiyle işlediği bu nefret söylemi ve hedef gösterme suçudur.
“Kayyum” geleneği
Boğaziçi’nden korkuluyor.
Korkmakta haklılar, zira Boğaziçili öğrencilerin ve öğretim üyelerinin eylemleri, çok kritik bir zamanda başladı. Ama, gelişmelerin seyri ne olursa olsun, bu eylemlerin başlamasının nedeni, antidemokratik ve okulun on yıllar içinde şekillenen gelenekleri dışında bir rektör atama tarzının devreye sokulmuş olmasıdır. Son dört, beş yılın trendi olan kayyum atama modasıyla üniversitenin başına atanan Melih Bulu, okulun kedileri dahil hiç kimse tarafından benimsenmiş değil. Boğaziçi eylemlerinin bir yanında bir okulun geleneklerini, demokrasiyi, seçme seçilme hakkını umursamayan bir eğilim var, diğer tarafta ise demokrasiden yana olan, “Melih Bulu seçime girsin, öyle rektör olsun” diyenler var.
Gelişmeleri tetikleyen temel çatışma noktası budur.
Fakat, bu adımı atan iktidar, öğrencilerin ve öğretim üyelerinin, içinden geçtiğimiz korku tüneli sürecinde böylesine kararlı ve sürekli bir eylem ağını örgütleyeceğini hesaba katmamıştı. “Dikeriz polisi başlarına, iki protestoyla hallolur bu iş!” diye düşündüler. Halbuki, bir yandan korku duvarını inşa ederken, aynı anda büyük bir öfkenin mayalanmasına da sebep olduklarını görebilseler, başka türden düşünme, öğrenci eylemlerinin sandıklarının ötesinde bir etki yaratma ihtimali taşıdığını fark edebilirlerdi. Belki de böyle bir yetenekleri, bu toplumun en derinlerinde, en altlarda, yoksulların, çalışanların saflarında neler yaşandığını fark etme kapasiteleri hiç yoktu ya da yukarılara çıktıkça görme ve kavrama yeteneklerini bütünüyle kaybettiler.
Yoksulluk, öğrenciler ve öfkeliler
Boğaziçi’nden korkuluyor.
Korkmakta haklılar, zira, öğrencilerin ses getiren eylemleri milyonlarca insanın tepki duyduğu gerçeklerin gündeme gelmesine neden oluyor. Üniversitenin civarında küçük evlerde, zor koşullarda yaşayan öğrencilerin yoksulluğu gözle görülür oldu. Sadece Boğaziçi’nde değil, Türkiye’de bir çok şehirde işçi emekçi çocuklarının okul masraflarının karşılanması için aileleri ve kendileri kelimenin tam anlamıyla kritik bir hayat mücadelesi veriyor.
Öğrencilerin eylemleri, sadece öğrencilerin değil tüm toplumun nefes borularını tıkayan ekonomik krizin yarattığı yıkıma tepkiyle birleşiyor. Polis eylem yapan öğrencilere tüm hiddetiyle saldırırken, doğalgaz zamlandı, Avrasya Tüneli geçişi zamlandı, son 10 yılda gıda raf fiyatları 100TL’den 303 TL’ye fırladı. Son bir yıl içinde doğalgaza yüzde 32, elektriğe yüzde 31, baklagillere yüzde 60, peynire yüzde 27, yumurtaya yüzde 80, ayçiçeği yağına yüzde 60, köprü ve otoyol geçiş ücretlerine yüzde 30’a yakın zam yapıldı. Açlık sınırı 2 bin 600 lirayı, yoksulluk sınırı ise 8 bin 600 lirayı aşmış durumda. Bu toplumda ciddi bir açlık sorunu ve açlığı derinleştiren ekonomi politikaları hayata geçirenlere karşı öfke var.
Boğaziçi bu öfkenin mayalandığı bir anda gündemi etkiledi.
Özgürlük için
Boğaziçi’nden korkuluyor.
Korkmakta haklılar, çünkü öğretim üyeleri ve öğrenciler, özgürlüğün ne kadar önemli olduğunu gösterdi. Öğrencilerin eylemlerine yönelik sert saldırılar sırasında bir anayasa profesörü şunları yazdı: “Anayasa Md. 34'e göre, herkes izinsiz gösteri hakkına sahiptir. Bunun için kaymakamdan, iktidardan vs izin alma zorunluluğu yok. ‘İzinsiz gösteri’ gerekçesiyle barışçı protestolara yapılan müdahale, bilinçli ve kasti anayasa ihlalidir.”
Kuşkusuz böyle. Fakat, 15 Temmuz darbe girişiminin ardından inşa edilen rejim, anayasanın içerdiği ve ezilenlerin bazı haklarını garanti altına alan bu türden öğelerin OHAL gerekçesiyle adım adım tasfiye edilmesiyle şekillendi. Özgürlüğü çiğnenmeyen hemen hiçbir toplumsal kesim kalmadı. Kadınların eylem hakkı, derelerini, göllerini, yaşadıkları yerlerini, mahallelerini korumak isteyen köylüler, LGBTİ+lar, grev hakları sürekli olarak yasaklanan işçiler, keyfi bir şekilde işten atılan, tüm hakları gasp edilen KHK’lılar, halkın oylarıyla seçilen belediye başkanları, milletvekilleri, kongresini toplamak isteyen barolarda örgülü avukatlar, pandemide en önde halk sağlığını korumak için mücadele eden sağlık çalışanları, onların örgütleri, Soma madencileri, Çorlu tren kazasında yakınlarını kaybedenler, gazeteciler…liste sonsuza kadar uzatılabilir. Özgürlükler, en temel hakların kullanımı üzerindeki baskılar ayyuka çıkmışken, öğrencilerin eylemleri, bu apaçık özgürlük sorununu gündemin tam merkezine oturttu. Öğrencileri döverek, yaka paça, kelimenin tam anlamıyla linç ederek ve kitleler halinde (son eylemlerde Boğaziçi’nde 159 öğrenci, ilk eylemde 17 öğrenci, Ankara’da İstanbul’la dayanışmak için yapılan eylemde 69 öğrenci) göz altına alındı. Kadıköy’de yapılan en son eylemde de çok sayıda göz altı gerçekleştirdi polis. Ek olarak plastik mermi ve biber gazı kullandı. Özgürlüğü bütün alanlarda baskı altında olanlar, düşünce, ifade, örgütlenme ve gösteri özgürlükleri baskı altına alınmış olanlar, öğrencilerin eyleminde ve maruz kaldıkları baskıda yüzleşmek zorunda kaldıkları baskının derecesini görmüş oldular.
Bu yüzden 2 Şubat’ta İstanbul’da ve bir dizi şehirde “akşam 9 ses çıkartma eylemi” oldukça güçlü bir başlangıç yaptı.
Salgın ve adaletsizlik
Boğaziçi’nden korkuyorlar.
Haklılar korkmakta. Çünkü, “kayyum rektöre” karşı mücadele, bir yıldır cebelleştiğimiz Covid-19’un keskin bir şekilde görülmesine neden olduğu adaletsizliklerden bezen milyonlarca insana mücadele isteği veriyor. Önceki bir yazımda aktardığım gibi, maske satışını alelacele yasaklayan ama vatandaşlarına taahhüt ettiği maskeyi ulaştırmayı günlerce başaramayan; futbol karşılaşmaları, camiler, toplu taşıma araçları, günlük hayatın kısıtlanması ve kapanma konularında bocalayan ve geciken; gece saat 10’da gece yarısından sonra sokağa çıkma yasağı getirildiğini açıklayıp insanları sokaklara döken; “vaka” değil “hasta” sayısı açıklamayı dünyada ilk akıl edip ülkesinden ve dünyadan bilgi saklayan; kamuoyuna duyurduğu 50 milyon dozun sadece 3 milyonunu, o da duyurduğu tarihten neredeyse bir ay sonra getirebilen bir yönetimden söz ediyoruz.
İktidarın bir pandemi yılı olan 2020’de tüm tercihleri, kaynakların sermayeye aktarılması şeklinde açığa vuruldu. Üstelik hiçbir ülkede yapılmayan bir adım atılarak, zaten her türlü vergiyle boğazı sıkılan insanlardan bir de salgınla mücadele için para istendi!
Pandemi, yoksulların nasıl gözden çıkartıldığını, sağlık çalışanlarının ne kadar ağır bir sömürüye maruz kaldığını, gelir adaletsizliğinin boyutlarını, “Evde kal” çağrılarının çalışmak, ev kirası vermek, yemek yemek için işe gitmek zorunda olan insanları nasıl ıskaladığını açığa çıkarttı. Sosyal medyada elektrik faturasını, doğalgaz faturasını ödeyemeyen insanların mesajları her yeri kaplıyor. Sağlık çalışanları bir eylemde “Keşke sağlıkçı olacağımıza Ayçiçek yağı olsaydık, yüzde 60 zam gelirdi.” pankartıyla pandemi-zamlar-yoksulluk ve ayrıcalıklı kesimlerin sefahati arasındaki ilişkileri açığa sermişti. Pandemi döneminin haksızlıklarına karşı öfke, Boğaziçi öğrencileri ve onlarla dayanışmak isteyenlere yönelen şiddete karşı öfkeyle yan yana ilerlediği için Boğaziçi korkutucu bir hâl alıyor egemenler açısından.
Boğaziçi’nden önce Boğaziçi’nden sonra!
Üstelik Boğaziçili öğrencilerin mücadelesi, kutuplaştırma siyasetine hiçbir şekilde pabuç bırakmadığı için de korkutucu. LGBTİ+ öğrencilerle başörtülü öğrenciler mücadele içinde dayanışıyor. Müslüman öğrenciler iktidarın Kabe görseli üzerinden derinleştirmeye çalıştığı kutuplaşmaya prim vermeyen açıklamalar yapıyor.
Bu açıdan, Boğaziçi eylemleri, toplumdaki tüm öfke alanlarının, tüm öfkelilerinin bir diğerinde kendisini bulması anlamına geliyor. Otoriterlik, ben yaptım olduculuk, haklar üzerindeki baskı insanları bezdirdi. Bu toplumun geniş kesimleri, sırasıyla her gün dayak yiyormuş gibi hissediyor. Toplumcak dayak yiyor gibi insanlar. Bu aşağılamaya yol açmıyor sadece, öfkeyi biriktiriyor. En demokratik haklarını kullanan öğrenciler aşırı bir şiddetle karşılaşınca, öfkeliler arası sempati diyebileceğimiz bir zemin oluşuyor. Boğaziçi eylemleri hem bu sempatiyi oluşturuyor hem de bunu kutuplaşmayı aşan bir biçimde, daha geniş bir meydan okumanın stratejisini inşa ederek yapıyor.
Bu eylemlerin sorumlusu, ne üst akıldır ne alt akıl!
Kimse akşamın soğuğunda polis copu yemek, tekmelenmek, kolunun bacağının kırılmasını istemez. Gözaltına alınmak, ev hapsine alınmak ya da tutuklanmak da istemez.
Bu eylemlerin sorumlusu, Boğaziçi’ne rektör atama sürecidir.
Bu yüzden, demokratik haklarını savunan öğrenci ve öğretim üyelerine ya da bu hakkı savunurken şiddet gören, aşağılanan öğrencilerle dayanışma eylemleri örgütleyenlere yönelik ithamlara son verilmelidir.
Demokratik haklar için eylem yapmak haktır!
Cinsel yönelimleri sürekli nefret söyleminin hedefi yapılan insanların eylem yapması, haktır!
Kararlar alınırken görüşlerinin sorulmasını isteyenlerin eylem yapmaları, haktır!
Şimdi sosyalistlere düşen, bu hakkın korunması için başlayan mücadelenin, genel bir özgürlük mücadelesinin parçası kılınmasını sağlamaktır. Bu hareketin içinde, öfkeli diğer toplumsal kesimlerle birleşik mücadele zeminlerinin, platformlarının yaratılabilmesi için ve tüm mücadelelerin işçi sınıfının kitlesel hareketinin organik parçalarına dönüşebilmesi hedefiyle davranmayı başarabilmeliyiz.
Boğaziçi eylemleri, mücadelede yan yana gelme hedefiyle, seçim ittifakı kurma hedefinin ne kadar farklı anlamlar içerdiğini de gösterdi. İttifak halinde olduğu düşünülen bazı partiler Boğaziçi eylemlerine, bazıları ise LGBTİ+’ların varlığına karşıydı, CHP sözcüleri ise sokakta mücadelenin ne yeri ne zamanı olduğunu söyleyip, seçime odaklanmamız gerektiğini savunuyor.
Odaklanmamız gereken tüm mağdurların mücadele içinde yan yana gelmesi çabasıdır. Bu açıdan Boğaziçi öğrencilerinin eyleminden önce ve sonra diye tarihsel bir ayrımın oluştuğunu görmek zorundayız.
Şenol Karakaş