29 Şubat 2020’de Türkiye’nin ‘kapıları açtık’ demesiyle, yıllardır süren savaşın darmadağın ettiği bir ülkeden kaçan, başta Afgan ve Iraklı olmak üzere bazı Afrika ülkelerinden gelen yaklaşık üç bin kişi, Türkiye’de uğradığı haksızlıklardan dolayı (çalıştırılıp paraları verilmiyor, saldırılara maruz kalıyorlar) Avrupa’da güvenli bir yaşam için sınıra gittiler.
O günden itibaren sosyal medyadan ve daha sonra oraya giden çeşitli kurumlar ve bireylerin açıklamalarından da anladığım kadarıyla durum çok vahim, biraz gecikse de bazı yiyecek ve temel ihtiyaç yardımı örgütlenerek ya da birey olarak oraya gidenler tarafından yapılıyor. Ve sanırım hala orada kalanlar olsa da göçmenler yavaş yavaş geriye dönüyorlar. Yunanistan’a geçebilenler ise elbiseleri üzerlerinden çıkarılıp yanlarında getirdikleri telefon, saat ya da üç kuruş paraları da gasp edilip geri gönderiyorlar. Bir müddettir Avrupa ve Amerika’nın sınırlarını kapamasıyla yaşanan ama bu yoğunlukta olmayan bu distopik durumun içindeyiz. Fakat her şeyin aynen devam edeceğini sananlar yanılıyor.
Geçenlerde indirimden yararlanarak aldığım bazı kitapların arasında Gogol’un Paltosu da vardı. Bu hikâye yedinci derecede devlet memuru olan, çalıştığı dairede herkes tarafından alay konusu olan Akakiy Akakiyeviç’in sessiz haykırışının hikâyesidir. Memur, bin bir zorlukla aldığı paltosu çalındıktan sonra, kaybını bulmalarına yardım etsinler diye kapısını aşındırdığı karakol, emniyet ve diğer “önemli insanların” aşağılamalarından kalbi kırılarak ölür. Ne var ki paltonun hayaleti devlet bürokrasisinin peşini bırakmayacaktır.
İlk giyildiğinde sahibinin bastırılmış bütün duygularını uyandıran, eğik boynunu dikleştiren kısa boylu, tıknaz memurun yeni paltosu, onun ölümünden sonra uzun boylu pala bıyıklı bir beden biçimine bürünerek önüne gelen bürokratın, zenginin paltosunu çalmaya kalkar.
Bilindiği gibi Dostoyevski ‘hepimiz Gogol’un paltosundan çıktık’ derken Rus edebiyatının bu öyküden itibaren aynı kalmadığını sıradan insanın sorunlarına eğilmeye, gündelik hayatı estetik bir konu ve malzeme haline getirmeye başladığını yani ‘toplumsal gerçekçi’ bir edebiyatın kapısını açtığını belirtiyor bir anlamıyla.
Palto’nun hayaleti Rusya’da Komünist Manifesto’da Marx’ın bütün dünyada dolaştığını söylediği heyula ile buluşarak, proleterlerin kendilerini de yok ederek sınıfları ortadan kaldırdıkları bir toplumda “Sabah çalışan, öğleden sonra balık tutmaya giden, sonra resim yapan, kalan zamanda canı ne isterse onu eyleyen” bir insana dönüşme hayalini canlandırmıştı belki.
İçinde bulunduğumuz dünyada üzerlerinde ne var ne yoksa alınan ve denize atılan göçmenlerin paltoları bunları onlara yapanlardan intikam alır mı bilmiyorum ama insanlık ile insanlıktan çıkmış aşırılık arasındaki yarık gittikçe açılıyor. Biz tam olarak kapitalizmin döngüsünün kapandığı ve olasılıkların tüketildiği o noktadayız sanırım. Gogol’un Palto öyküsüyle, o zamana kadar öyküsü yazılmayanların ‘gerçekliğini’ betimlemesi mümkündü, şimdi ise her şey o kadar aşikâr ki gözümüz köreliyor gittikçe. Çıplak gerçek kör edebilir. Artık dünyadaki kurumlar kendi kurallarını ihlal etmekte bir beis görmüyor. Biriken öfkemizden dayanışma ve örgütlenme için yararlanmamız lazım. Kim nasıl dayanışabiliyor ve nasıl örgütlenebiliyorsa onu gerçekleştirmeli, belki gelecekle ilgili sonuna kadar umutsuz olmaya gerek yoktur, kaybedecek şeyleri kalmayanlar gittikçe çoğalıyor zira.
Sibel Erduman