Bu, bu konuda üçüncü ve son yazı. Ulusalcıların kendi aralarında üçe bölünmesi, bunun CHP liderliğinin temsil ettiği kanadın OHAL koşulları nedeniyle büyük bir değişim içinde olduğu fikrini tetiklemesi, diğer iki kanadın hem mevcut CHP’ye hem de sola, demokrasiye düşmanlıktan asla vaz geçmemesi, AKP’nin çözülüşünün yarattığı boşluk ve kriz dinamiklerinin alternatif arayışlarını hızlandırmasına önceki iki yazıda dilim döndüğünce değinmeye çalıştım. İlk yazıda “Asıl amacım ise CHP’de yaşanan gelişmelerin bir Demokrasi Bloku’nun inşası için siyasal bir zemin yaratıp yaratmadığını, bu Blok’un bileşenlerinin kimler olduğunu ve hangi siyasal vizyonla bir araya geldiklerini tartışmaya çalışmak.” demiştim.
Bu çabayı, kimi yazılarına çok önem verdiğim bazı arkadaşların yaptıkları katkılara da değinerek tamamlamaya çalışacağım.
Ehven-i şerh mi siyasetsizlik mi?
Yıllardır birlikte mücadele ettiğimiz arkadaşlarımızdan birisi, bana özetle, en kötüyü önlemek için daha az kötücül olanlarla birlikte başlarsınız, ama orada durmazsınız yanlış olanın köklerine kadar gidersiniz, buna rasyonalite de diyebiliriz içerikli bir katkıda bulundu. Bu yaklaşımda üç sorun var: birisi, daha az kötücül olduğu düşünülenlerin daha az kötücül olup olmadığının belli olmaması. Örneğin tarihle yüzleşme konusunda, Kürt sorununun çözümü konusunda kimin daha az kötücül olduğu tartışma götürür. Şu anda elinin altında kamu otoritesi olmayanlar, daha az kötücül gelebilir ama burada özel bir dikkat gerekli. Sorunlardan bir diğeri, kötücül olana karşı birleşik mücadele, örneğin benim kendimi içinde gördüğüm siyasal gelenek açısından sosyalistlerin işçi sınıfının çoğunluğunu kazanmasında temel politika yapma tarzıdır ve bu özellikle Naziler zafer kazanmadan önce Troçki tarafından “birleşik işçi cephesi” adıyla formüle edilmiştir. Ama Troçki’den önce Lenin, 1917 yılının devrim aylarında Kerenski hükümetine karşı gündeme gelen Kornilov darbesinin engellenmesi için yine birleşik işçi cephesi taktiğine benzeyen bir politik hattı önermiştir. Kerenski hükümetinin, savaşı desteklemenin de dahil olduğu milliyetçi politikalarına rağmen, o an için önemli olanın General Kornilov’u durdurmak olduğunun altını çizerken, Lenin, asla Kerenski’yi demokrat olarak göstermedi, bayrakların karışmasına, taleplerinin görünmez olmasına izin vermedi. Kerenski’yi teşhir etmekten bir adım bile geri durmadı. Troçki, komünistler sosyal demokratlara faşistlere karşı birleşik mücadele önermeli derken, bunun bir mücadele birliği olması ve bayrakların karışmaması, birleşik hareketin aynı zamanda reformist liderliklerin eleştirisini de içermesi gerektiğini ısrarla tartıştı. Türkiye’de sadece AKP-MHP-devlet ittifakını seçimle yenmek için bir araya geldiğinden Demokrasi Bloku olarak adlandırılan yapının ise ne sosyal demokratlıkla ne Kerenski dönemi koşullarıyla alakası var. Bu da bizi bu konudaki üçüncü soruna getiriyor. AKP-MHP’yi seçim ittifakıyla yenmek için neleri gündeme getirmeyeceğiz, hangi konularda tartışmayacağız, ertelenmiş tartışmalar depomuza hangi tartışmaları atacağız? Meral Akşener’e “Ermeni soykırımının gerçekleştiğini kabul et!” dayatmasında bulunmayabiliriz ama burada sorun bütünüyle farklı. İYİP, kısa süre önce göçmenlerin geri gönderilmesi için konferans yapan bir parti, bırakalım bizim ona bir şeyler dayatmamızı, o sürekli olarak sağına soluna bir şeyler dayatmakla meşgul! Yeni bir sağ merkez oluşturmak istemiyorsak, HDP’yi meşru görmediğini ilan eden Davutoğlu’yla bir Demokrasi Bloku kurulamayacağını bilelim. Bu isimler, odaklar, siyasi çevreler ve partilerle, sosyalistler ve gerçekten demokrat olanlar, en fazla, seçimlerde aynı adaya oy verebilirler.
Siyasal konjonktür: AKP’nin önlenemez çözülüşü
31 Mart seçimlerinin ardından tekrarlanan İstanbul seçimleri, AKP-MHP açısından ağır bir hezimet oldu. O günden beri üç önemli gelişme yaşanıyor. Birisi, AKP’nin çözülmesi. AKP kitlesel bir şekilde taraftar, seçmen ve üye kaybediyor. Bu kaybı geri döndürme yeteneğini ise, tam da cumhurbaşkanlığı hükümet sisteminin doğası gereği kaybetti. Bu sistem, devletin ve egemen sınıfın ihtiyaçlarına da yanıt vermek üzere gündeme geldi ve cumhurbaşkanlığını kazanmak için tüm cumhurbaşkanı adaylarını tek kuruşa/tek oya muhtaç hale getirdi. AKP bu yüzde 50+1’in, 1’ini 15 Temmuz darbe girişiminin ardından ittifak kurduğu devlet-MHP-ve ulusalcılar gibi güçlerde arıyor. Bu güçler, zaten koyu bir sağcılığa meyilli AKP liderliğini daha da sağa çekiyor. Sağa çekildikçe AKP tabanı AKP liderliğine giderek daha büyük bir hızla mesafeleniyor. AKP liderleri kendi kuyruğunu yemeye devam ediyor.
Burada ikinci sorun devreye giriyor. AKP’nin bu çözülüşü (hala bu partinin en büyük parti olduğu gerçeğini unutmamalıyız) aynı zamanda bir devlet krizi haline geliyor. 16 Nisan’dan sonra kurulan rejimin sürdürülebilir olmaması, rasyonel olmaması, çalakalem kurulan bir rejim olması, kararnamelerin önceki kararnamelerin bozduklarını düzeltmek için çıkması, hukuksal güvenceden geriye ne kaldığının belli olmaması, mahkemelerin yetki alanının dağılması, devlet bürokrasisinin baştan yenilenmeye çalışılması, kurumların tek bir kişiye bağlanmasının yarattığı psikolojik ortam ve bunun özerk karar alma yeteneklerini yok etmesi giderek daha gözle görülür bir krizi biriktiriyor.
Üçüncü olarak, bu manzaraya dev bir öfke dalgasının birikmesi ekleniyor. Eşitsizlik, eşitsizliğin bu kadar pervasızca savunulmasıyla, adaletsizlik adaletsizliğin bu kadar pervasızca savunulmasıyla çığ gibi büyüyor. Şirketlerin bu kadar göstere göstere savunulmasıyla, çevre katliamının freni patlamış kamyon gibi kontrolden çıkması ve bunun normalleştirilmeye çalışılmasıyla (altın arayan kurnaz tiplere valiliğin tarihi bir gölü kurutma izni vermesi gibi), asgari ücrete yapılan komik jestin şirketlere yapılan milyar dolarlık jestlerin yanında dev bir adımmış gibi savunulmasıyla, açlıktan intihar eden insanların, aç kalması nedeniyle aşağılanmasıyla ise; sıradan insanların, yönetenlerin dertlerini paylaştığına, aynı gemide olduğumuza olan inancı parçalanıyor. Grev yasakları, kadın cinayetleri, sendikasızlaştırma gibi hamlelerle her geçen gün giderek büyüyen bir öfkeyle iç içeyiz. Bu sosyal bir vaka. Kredi kartları borçları, işsizlik, hayat pahalılığı bir yanda, kanal İstanbul gibi kamu kaynaklarını zenginleri daha da zengin etmeye harcayan projelerin gündeme getirilmesi öbür yanda. AKP liderliğinin, tıpkı tabanındaki erimeyi durdurma yeteneğini kaybetmesi gibi, bu çelişkiyi yatıştıracak siyasi kapasitesini de kaybettiğini söyleyebiliriz. Tersine, her bir politik karar, bu çelişkileri derinleştiriyor. Bekçilere yüksek maaşlarla polisiye yetkiler verilirken ihraç edilen akademisyenler hâlâ işlerinin başına dönemiyor ve açlığa mahkûm ediliyor. Üstelik sorun sadece yerli ve milli olmadığı için her türden melaneti hakettiği düşünülen kesimlerde değil, AKP kendi tabanının bir bölümünü de yerli ve milli görmemeye başladı. Sadece kendisine oy vermeyen yüzde 50 değil her gün AKP’liler ve MHP lideri tarafından aşağılanan, AKP tabanının bir kesimi de bundan payını almaya başladı.
Mücadeleyi ertelersek kazanamayız
Bu siyasal iklim iki önerinin şekillenmesine neden oluyor. Birisi bizim Antikapitalist bir odak olarak tariflediğimiz bir alternatif. Diğeri ise Davutoğlu ve Babacan gibi doğrudan AKP tabanının bir kısmını çekecek siyasi odakların da içinde yer aldığı ve adına yanlış bir şekilde Demokrasi Bloku denilen girişim. Demirtaş ve Oya Baydar bu Bloğun gelişmesi yönünde çağrılar yapılıyor. HDP kongresinin, bu fikrin işleneceği bir platform olarak görüldüğünü sözcüleri dile getiriyor.
Bir önceki yazıda “mücadelenin içinde inşa edilebilecek, egemen sınıfların bütün kanatlarından bağımsız ve bugüne kadar kazanılmış haklarımızdan geri adım atmadan nasıl başka bir Demokrasi Platformu, gerçek bir Demokrasi Platformu inşa edebileceğimize dair Oya Baydar’a bir iki öneride bulunarak bir sonraki yazıda bitireceğim.” demiştim. Şimdi tekrara düşmeyi göze alarak bu önerileri yapmaya çalışacağım.
1. Arkadaşlarımızın dile getirdiği önerinin Demokrasi Bloku değil seçim ittifakı olduğunun altını çizmemiz gerekiyor. Demokrasi Bloku demokratlarla kurulur. Ne İmamoğlu’nun demokrat olduğundan eminiz ne Kılıçdaroğlu’nun, doğru, bu isimler bir Metiner, bir Soylu değiller, CHP’de olumlu görülecek adımların asla atılmadığını söylemek de doğru olmaz ama dokunulmazlıkların kaldırılmasından tutalım vekillerin yalnız bırakılmasına, sınırötesi harekatların desteklenmesinden tutulalım göçmen düşmanlığını seçim kampanyasının malzemesi yapmaya kadar zerre hesaplaşılmamış bir çok antidemokratik tutumları var. Ama daha da önemlisi demokrat olmadığını pekâlâ bildiğimiz Davutoğlu gibi, İYİP liderliği gibi unsurlar bu bloğun bileşeni olarak görülüyor.
2. Bu seçim ittifakının bugünden temel mesele olarak gündeme getirilmesi büyük bir hata. Seçimde şöyle bir adaya oy vereceğiz deyip geçilir ve seçim vakti geldiğinde bu adayın tüm rezilliklerinin altını çizerek OHAL koşullarının mimarı yerli-milli sağcılığın karşısında beş dakikalık demokrasi için bu adaya oy çağrısı yapılabilir. Kuşkusuz adayın, zorlansak da oy çağrısı yapılabilecek bir isim olması koşulunda anlaştığımızı varsayıyorum. Fakat bugün bize önerilen sağcılardan, Kürt halkının haklarını kazanmasından korkanlardan, Yahudi düşmanlarından, göçmen düşmanlarından demokrasi bloğu çıkartmak üzere bu tartışmayı ana gündem hâline getirmektir.
3. Ana gündem, tartıştığımız çözülme-kriz-öfke zemininde kadın özgürlüğünü, göçmenlerin haklarını, işçi sınıfının haklarını, Kürt halkının haklarını, iklim krizine karşı radikal tedbirleri ve her ölçekte barış politikalarını savunan ve egemen sınıfın hiçbir kanadıyla ittifak kurmayan, programını, taleplerini bunlarınkiyle karıştırmayan bir alternatifin inşa edilmesidir. Erdoğan bir seçimle yenilebilir ama seçim galibiyeti getiren böyle bir ittifakın göçmen-işçi-kadın-Kürt düşmanı politikalar izlemeyeceğini garanti görenler Meral Akşener’i yakından tanımıyor demektir. Üstelik, böyle bir ittifaktan bağımsız mücadele eden, kutuplaşmaya karşı çıkan, birleşmeyi, işyerlerinde, işçi sınıfının olduğu her yerde örgütlemeye çalışan bir aşağıdan gerçek demokrasi ittifakı yoluyla işçi sınıfının birleşik mücadele zeminleri kurulamazsa şu türden tehlikelerin bizi beklediğini hatırlamak zorundayız: a) seçimlerin kazanılması sanıldığı kadar kolay olmayacaktır, b) o dönemin kargaşasının altından kalkmak mucizelere kalacaktır, c) demokrat sanılan güçlerin hızla saf değiştirip iktidara eklemlenip eklemlenmeyeceği dualarla garanti altına alınmaya çalışılacaktır.
Kazanmanın garantisi değilse de kaderimizi kendi ellerimize almanın tek yolu, antikapitalist bir alternatifi inşa etmektir. Seçimlerde oy vermek beş dakikalık iştir, sandıkta birisiyle aynı oyu verebiliriz, bunun için bu birisiyle aldatıcı bir şekilde seçim öncesinde yan yana gelmeye gerek yoktur. İşçiler, kadınlar, Kürtler, Ermeniler, barış isteyenler, göçmenler ve iklim için direnenlerle hemen bugün kalabalık bir şekilde yan yana gelmeliyiz. Demokrasi Bloku’ndan bahsedeceksek, bu beş başlıkta mücadelede yan yana gelmekten bahsetmek zorundayız önce. Suriye krizi derinleştiği her bir evrede, söylemeye çalıştıklarımı, hayat, seçimleri beklemeden gösterecek ne yazık ki.
Şenol Karakaş