15 Temmuz darbe girişiminin ardından hem iç siyaset hem dış siyaset birbirlerini görülmemiş bir hızla etkilemeye başladı. İç ve dış siyaset daima birbirine bağlantılıdır ancak 15 Temmuz’dan sonra yaşanan tam bir savrulma. Bu savrulmanın boyutlarını görmek için son NATO zirvesine bakmak yeterli.
NATO, öncelikli tehdit olarak Rusya’yı görüyor. Fakat NATO’nun bileşenlerinden Türkiye Rusya’dan S400 füzelerini alıp NATO teamüllerinin dışında davranıyor. Avrupa’nın ağır toplarından Fransa’nın cumhurbaşkanı Macron, bugünlerde Londra’da süren NATO zirvesi sırasında yaptığı açıklamada Rusya Devlet Başkanı Putin’in “NATO ile işbirliği konusunda hazırım” açıklamasını “benim NATO'ya ilişkin sözlerimin haklı olduğunu ortaya çıkardı. Terör tehdidi mevcut. Bu nedenle de Rusya ile diyalog içinde olmalıyız. İstanbul buluşmasında dile getirdim. Ukrayna sorununa çözüm bulacağız. 9 Aralık'ta Paris'te Normandiya zirvesini toplayacağız. Avrupa barışının, Rusya ile müzakerenin çerçevesini belirlemeliyiz.” diyerek yorumladı.
Macron geçtiğimiz ay, NATO’nun beyin ölümünün gerçekleştiğini ilan etmişti.
Türkiye NATO’yla bir dizi soruna sahip.
Türkiye ABD’yle bir dizi soruna sahip.
Fransa hem Türkiye’yle hem de NATO’yla sorunlara sahip.
Kendi yol haritası konusunda ağır bir bunalım yaşayan NATO, birbiriyle gergin ilişkilere sahip üye iki ülkesi Fransa ve Türkiye’nin eleştirilerini de üzerinde topluyor.
ABD NATO’nun YPG konusunda Türkiye’nin istediği kararı almasını engellerken Türkiye de ABD’nin baltık ülkeleriyle ilgili NATO kararını engelliyor.
15 Temmuz savrulması olarak adlandırdığımız durum bu işte.
Türkiye, 15 Temmuz’dan önce ABD’ye göbekten bağlı bir durumdayken ve devlet örgütlenmesinin esası bu bağ üzerinden şekillenirken, 15 Temmuz’dan sonra devletin hallaç pamuğu gibi atıldığı koşullarda, ABD’yle mesafelenirken Rusya’ya yakınlaşmanın başladığı yeni bir döneme girildi.
Bu yeni dönem üzerinde ise hem AKP teorisyenlerine hem de AKP’yi gerçek güçlerinin çok ötesinde bir şekilde etkileyen ulusalcı-Rusçu-Çinci-Avrasyacı odakların koparttığı yaygaraya prim vermemek lazım. Çünkü, gerçekte, Türkiye ABD-NATO’dan bağımsızlığını kazanmış değil. Bu bağımlılık, Suriye harekatının her bir evresinde kendisini gösterdi. Şimdi yaşadığımız ise zayıflasa da kopmayan ABD ile bağlara, artık, Rusya ile olan bağların da eklenmiş olması.
Dış politikanın “stratejistleri” kendilerini deha sanıyorlar ve sayısız hurafeyle toplumun üzerine üzerine geliyorlar ama bu gerçek değişmiyor: Türkiye, uzun vadeli dış ilişkiler perspektifinden kopmuş ve konu odaklı dış politika tarzını benimsemiş durumda. Bu, emperyalizmden bağımsız bir dış politika anlamına gelmiyor. Her bir konuda emperyalist bloklardan birisiyle bağlarını güçlendirmek, başka bir deyişle o emperyalist gücün mevzilenmesinin aracısı olmak anlamına geliyor.
Dış politikadaki bu seri savrulma iç politikada da seri bir sağcılaşma ve otoriterleşmeyle elele gidiyor.
Bu bütünlüklü gelişmenin sadece ABD’yle ilişkilerin eskisinden bir ölçüde farklı ilerlemesini sol ve sosyalizm adına savunanlar ise dışarda Türkiye’nin bulduğu her fırsatta askeri harekatlara kalkışmasına, içerde ise beka kaygısı anlatısı etrafında geliştirilen sağ-milliyetçi politikalara sol-milliyetçi bir sos katıyorlar.
Sosyalistlerin savunması gereken bir suç örgütü olan NATO’nun dağıtılmasıdır. Sadece NATO değil, Suriye’de sayısız insanlık ve savaş suçunun sorumlusu olan Putin ve Rus emperyalizmiyle de bütün askeri bağlar kopartılmalıdır.
Türkiye’de işçilerin, yoksulların, kadınların, gençlerin ihtiyacı militarist yeni bağımlılıklar değil, demokrasi, özgürlük, eşitlik, adalet ve insanca yaşamdır.
Şenol Karakaş
(Sosyalist İşçi)