31 Mart seçimleri ve AKP’lilerce AKP liderliğinin en büyük hatası olarak gösterilen, İstanbul seçimlerinin tekrarlanmasının ardından ortaya çıkan siyasal tablo, yerli-milli koalisyonun kesin bir gerileme dönemine girdiğini gösteriyor. Cumhurbaşkanlığı hükümet sisteminin mucitleri muhtemelen sadece AKP-MHP-devlet gruplarının ittifak yapabileceğini ve özellikle AKP tabanının blok olarak Erdoğan’ın gösterdiği adaya oy vereceğini sanıyordu. Oysa muhalefet de ittifak kurdu ve AKP tabanı blok olarak Erdoğan’ın gösterdiği adaya oy vermedi. 7 Haziran seçimlerindekine benzer bir şekilde AKP tabanının bir bölümü AKP’ye oy vermedi. Üstelik bu kez sadece AKP’ye oy vermemekle kalmayıp, bazı ilçelerde 31 Mart ve 23 Haziran seçimlerinin mukayesesinin gösterdiği gibi İmamoğlu’na oy verdiler. 31 Mart ve 23 Haziran seçimlerinin sonuçları, birkaç ayda unutulacak, etkisi kısa sürecek bir gelişme olarak görülmemelidir. Bu sonuçlar, iktidar blokunu şok etti ve bu geçici bir şok da değil. Tüm karar alma süreçlerini temelden etkileyen ve bir panik duygusunu her an tetikleyebilecek bir sonuçtu yaşanan. İstanbul’da 800 binden fazla oy farkı, tüm Türkiye’de büyükşehir belediye başkanlıklarının büyük çoğunluğunun kaybedilmesi, AKP’de net bir şekilde görülen ve geri döndürülmesi hemen hemen imkânsız olan çözülme sürecinin başlamış olması hükümet ve çevresinde bulunan kurumların ve bireylerin beklenmedik ölçüde yanlış tutumlar almalarına, yanlış kararlar vermelerine ve garip açıklamalar yapmalarına neden oluyor.
Örneğin SETA raporu. Gazetecileri fişleyen ve geçmiş dönemlerde darbeciler tarafından hazırlanan andıçları andıran bu rapor bir “sivil toplum kuruluşu” tarafından savunulabildi.
Örneğin Numan Kurtulmuş’un açıklamaları. Kurtulmuş, seçimden önce şöyle şeyler söylüyordu: “Eksikleri, hataları söyleyenlere diyeceğiz ki biz de siyaseti biliyoruz, eksikleri hataları görüyoruz, önce 23 Haziran’ı geçelim, ondan sonra gerekirse siyasi bakımdan tövbe istiğfar ederek yanlışlarımızdan kurtulacağız ve yolumuza koşar adım devam edeceğiz. Ama kızgınlıkla, küskünlükle, kusura bakmayın hiç kimsenin de CHP’nin adayını oraya getirip oturtturmak gibi bir lüksü olamaz."
Bu sözleri söyleyen AKP Genel Başkan Vekili. Yani Erdoğan’ın AKP’deki vekili. Açık açık, “hatamız var ama bu hataların faturasını seçimlerde kesmeyin” demişti.
Aynı Kurtulmuş, hataları seçim sandığında sert bir tokat olarak yüzlerine vurulduktan aylar sonra, bu kez de şunları söyledi: "Biz muhafazakâr Kürtlerden, Cuma cemaatinden, şehirli milliyetçi kesimden oy kaybettik. Ama bunları geri alabilmek için de vakit var, bu sürede yapacaklarımız da belli."
Kitlesel oy kaybının nedenleri analiz edemeyen bir bakış açısı bu ve “bu sürede yapacaklarımız belli” derken, oy kaybına neden olan hataların tekrarlanmayacağının ima edildiğini düşünebiliriz ama 23 Haziran seçimlerinin ardından AKP liderliğinin her bir kararı, bu hatalardan hiçbir ders alınmadığının kanıtı gibi. Numan Kurtulmuş AKP içindeki çözülmenin bazı sosyal gruplaşmalarını adresiyle teslim ederken, vakti zamanında AKP’nin en ateşli savunucusu olan Mehmet Metiner gibiler ise AKP’yi bırakıp giden ya da gitmek için vakit kollayanların azımsanmayacak kadar çok olduğunu ve Erdoğan’ın bu ayrışma sürecinde eski Türkiye şartlarında kurulan AKP yerine yeni Türkiye şartlarına uygun başka bir parti kurması gerektiğini söylüyor. “2001’deki AKP’de ısrar yeni Türkiye siyasetine karşı kürek çekmektir” görüşü çözülmenin derinliği ve arayışların garipliği konusunda fikir verebilir.
AKP’nin çözülmesine dair en doğrudan tespitler ise partinin genel başkanı Erdoğan tarafından ifade edildi kuşkusuz ki. Erdoğan üyelerle bayramlaşma mesajında “Birçok ayrılıklar, şunlar bunlar vesaire gibi kampanyalar içerisine girenler olabilir. Kardeşliğimizi böldürtmeyeceğiz” demişti. Bu, AKP içindeki çözülmenin, ayrışmaların bir kampanya halinde sürdüğünü gösteren bir çıkıştı.
Sadece Gül-Babacan-Davutoğlu gibi isimlerin siyasi girişimlerinin etkisi değil burada söz konusu olan, 23 Haziran tekrar seçimde AKP liderliğinin tabanına demir attığını, ölse de kendisine oy vermekten vazgeçmeyeceğini sandığı kitlelerin, Bağcılar, Üsküdar, Fatih gibi ilçelerde yaşanan oy kaymalarında görüldüğü gibi bu partiden kopup gitmeye başlamalarıdır.
Bu ne teşkilat yenilenmesiyle ne herhangi bir reforma benzemeyen yargı reformuyla engellenebilir bir gelişmedir ne de zaten ortada bu gelişmeyi engellemek yönünde adım atma ihtimali, imkânı, yeteneği ve arzusu olan bir liderlik vardır. AKP liderliği, 2015’ten beri adım adım inşa ettiği korku imparatorluğunu güçlendiren siyasetlere son verme yeteneğinde değil. Olayların denetimi, bu liderliğin elinden kaçıp gitti. Artık herkesin farkına vardığı gibi “Cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi” tek bir siyasi figürü öne çıkartmış gibi görünse de aslında bu sistem istenilen otoriter yönetime yavaş yavaş ayak bağı olmuş durumda. AKP, başkanlığı kazanmak için kendisinden kat be kat küçük partilerin oyuna muhtaç. Bu partilerse kendi ajandaları olan ve AKP’yle geçici bir uyum içinde olan partiler ve kurumlar.
Başkanlığı kazanmak ve sürdürmek için bu partilerin desteği şart. Ama bu destek AKP liderliğinin de ufkuna çok uygun olduğu kanıtlanan daha sağ, daha da sağ, daha da devletten yana politikaların uygulanmasına bağlı. Numan Kurtulmuş muhafazakâr Kürtlerden oy kaybettiklerini açıklarken, Diyarbakır’daki muhafazakar Kürtlerin de oy verdiği büyükşehir belediye başkanının yerine kayyum atanabiliyor. Bu, tabandaki oy kaybını derinleştirir ve böylece AKP’nin çözülme sürecini hızlandırırken yerli ve milli koalisyonun parçaları olan partiler kayyum operasyonlarından çok memnunlar. Devlet Bahçeli, Süleyman Soylu’yu arayarak kayyum operasyonlarına desteğini sunuyor.
İşte, AKP’yi devamlı güç gösterisi yapmaya iten güçsüzlüğün altında yatan çaresizlik böyle bir kısırdöngünün ürünü. Ama bu politikalar çok büyük bir öfke birikimine neden oluyor. Bir seçimin tekrarının 800 binden fazla oya mal olmasından görülüyor ki çözülmenin tedrici bir şekilde olmasını beklemek için hiçbir gerekçe yok. Çözülme çok daha hızlı yaşanabilir ve yerli ve milli ittifak siyasal alanın bütünü tarafından taşınamaz hale gelebilir. Bu bütünüyle sınıf mücadelesinin düzeyine ve işçi sınıfının hareketinin çapına bağlı.
İşçi sınıfının bu süreci hızlandıracak bir mücadeleye girmesine yardımcı olacak ya da böyle bir mücadele başlarsa pusula görevi görebilecek antikapitalist bir odağın inşası için tek bir saniye bile kaybetmeye tahammülümüz olmamasının nedeni budur.
Şenol Karakaş
(sosyalist İşçi)