Papa Eftim'den Mudanya'ya

15.06.2019 - 20:36
Şafak Ayhan
Haberi paylaş

“Irkçı bir toplumda ırkçı olmamak yetmez, ırkçılık karşıtı olmak gerekir.” - Angela Davis

Bu yıl 8-12 Mayıs tarihleri arasında DSİP tarafından "Onlar bir avuç, biz ise milyonlarız" şiarıyla düzenlenen Marksizm Günleri, göçmen düşmanlığı ve ırkçılık konularından iklim krizine kadar 16 farklı konuda yapılan tartışmalar eşliğinde katılımcılarıyla buluştu. Onlarca kitabın bulunduğu kitap satış bölümünde, en son adını üniversite son sınıfta "Cumhuriyet Tarihi" dersinde, dersin hocası tarafından övgüyle bahsedilen (Resmi tarihin zerk edildiği bu dönemde, politik olunmayan bir ortamda hocanın "Hristiyan bir din adamı"ndan övgüyle bahsetmesini pek önemsememiştim. Kitabı okuduktan sonra o hocanın övgüsünün sebebi ortaya çıkıyordu) Papa Eftim ile ilgili bir kitap aldım. Kitap Stefo ve Foti Benlisoy tarafından yazılan, İstos Yayınları'ndan çıkan Türk Milliyetçiliğinde Katedilmemiş Bir Yol: 'Hıristiyan Türkler' ve Papa Eftim. Kitabın incelemesi yazının ana konusu değil, kitaptaki bir cümle bu yazının ana fikrini oluşturuyor. Cümle şu:

"Onlar hiçbir vakit Türk değildir."

Bu sözü söyleyen Kazım Karabekir’in "İstiklal Harbimiz" adlı eserinde bahsettiği, Erzurum Kongresi sırasında askeri diktatörlük endişesinden dolayı Mustafa Kemal’e sivil kıyafet ile gelmesi gerektiğini söyleyen dönemin Meclis-i Mebusan üyeliği yapmış, Birinci Meclis'te görev almış ancak 1923 seçimlerinde Mustafa Kemal tarafından tekrar aday gösterilmeyince bağımsız olarak seçime giren ve kazanan, Şeyh Said ve arkasından gelen Takrir-i Sükûn kanunuyla Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası'nın kapatılması, daha sonrasında İzmir suikastına adı karıştığı gerekçesiyle çeşitli soruşturmalar geçiren Gümüşhane Milletvekili Zeki Bey (Ahmet Zeki Kadirbeyoğlu).

Bu sözün önemli olmasının nedeni, yeni inşa edilen ulus devletin temellerinin hangi kriterlere dayandığını net bir şekilde açıklamasıdır; o da "ırkçılıktır". Kitabın "Laiklik ve Gayrimüslim Türkler: Gagavuz Vakası" adlı bölümünde bu söze yer veriliyor (Aşağıda kitabın belirli bölümlerinden konu ile ilgili yapılan alıntılar var).

Türk milliyetçisi olan ve her fırsatta bunu dile getiren, mezar taşında Mustafa Kemal’in "Baba Eftim, bu memlekete bir ordu kadar hizmet etmiştir’’ sözü bulunan Papa Eftim ve kuruluşuna öncülük ettiği Türk Ortodoks Kilisesi, 1923 yılı öncesi resmen Ankara Hükümeti tarafından el üstünde tutuluyordu. Ancak bu el üstünde tutulmalar, desteklenmeler, Lozan Antlaşmasından sonra yerini "mübadele şartlarına" göre ulus devletin "çıkarları" için Anadolu’dan tamamen gönderilmeye kadar tam tersi bir politikaya bırakacaktır.

Ulus devletin Türk-İslam sentezinin tıkır tıkır işlemeye başladığı dönemde, Türk olduğunu ispatlamak için her türlü yola başvuran Papa Eftim ve ahalisinin kurtarıcısı Türklük de olmayacaktı. Gayrimüslim kapsamında yer alacak olan diğer Rumlar da artık Anadolu’nun istenmeyen "ötekileri" olacaktı.

Çünkü Ankara hükümeti, Türk-Yunan savaşı öncesi İstanbul Patrikhanesi'ne karşı kurulmasına ön ayak olduğu, dini, siyasi ve kültürel anlamda her hâliyle Fener Rum Patrikhanesi'nden ayrı bir konumda olduğunu söylediği Türk Ortodoks Kilisesi'ni savaşın bitip Lozan antlaşmasının imzalanmasından sonra resmen kendi yalnızlığına terk edecekti. Ankara için şartlar değişmiş, eski dosta duyulan saygı yerini yalnızlığa bırakmıştır. Mübadele komisyonu kararlarında,  Ankara hükümeti böyle bir "bağımsız" kilise yokmuş gibi Türk Ortodoks Kilisesi'nin İstanbul Fener Rum Patrikhanesi'ne bağlı olduğunu kabul edecektir ve Türk Ortodokslar, Fener Patrikhanesi'ne bağlı sayılarak mübadele kapsamında yer alacaklar listesine girmişlerdir. Anadolu’daki Türk Ortodoks Kilisesi'ne bağlı olanlar ve Rumlar Anadolu’dan gönderildikten sonra milliyetçilerin keyifleri yerindeyken, 1930'lu yıllarda bu kez de eski İttihatçıların hiç de hazzetmediği başka bir konu gündeme geliyor. Hristiyan Gagavuz Türklerinin Anadolu’ya getirilip, "Anadolu’da yaşamayı, ekmeyi, biçmeyi bilmeyen köylülere ancak Avrupa görmüş bu Gagavuz Türkleri örnek olabilir" denilecek ve bu proje Balkanlar ve Türklük adlı incelemesinde konuyu anlatmış olan Yaşar Nabi Nayır’a dayandırılacaktı. Hristiyanlığın Doğu-Ortodoks mezhebine mensup olmalarına rağmen, Türk dili ve folklorunu bugün bile kendi aralarında büyük bir bağlılıkla korumakta, "Evlerinde Türkçe konuşur, İncil'i Türkçe okur, kiliselerinde Türkçe ibadet eder ve Türkçe dualar eder" denilecek ve Gagavuzlarla yakından ilgilenilmeye başlanılacaktı. Daha 10 yıl öncesinde Türk olduğu iddiasında bulunan gayrimüslimleri bile Anadolu’da bırakmak istemeyen kadrolar, bu kez başka bir Türk gayrimüslim halkı Anadolu’ya getirme gayreti içerisine girmişlerdir. Ancak dönemin meclisinde ve kurucu kadrolar arasında bu konunun üzerinde durulmayacaktır. Çünkü Türkçe konuşan Hristiyan Gagavuzların değil de Türkçe konuşmayan Boşnak ve Pomaklar gibi Balkan yarımadasının Türk olmayan Müslümanlarının Türkiye’ye göçünün kabulü daha önemlidir. "Hristiyan Türklerin" Türklüğe asimilasyonu siyasal ve sosyal sıkıntılara yol açabilecekti.

Dönemin politik kaygılarıyla çelişkili tavrılar iç içe geçmiş bir hâlde seyrederken değişmeyen bir ilke vardı. Türklük ve İslam bir şekilde beraber yürümeliydi.

Ankara hükümeti, Lozan antlaşması sonrası Anadolu’da gayrimüslim istemiyordu. Kalanların ise İstanbul’a toplanması konusundan gerekli gördüğü siyasi hamleleri yapmaya başlamıştı. Anadolu, Türk olsa da önemli olmayan Hristiyan nüfustan büyük ölçüde arındırılacaktı.

Dönemin yeri gelince muhalif vekili ama Türk İslam konusunun aman vermez savunucusu olan Zeki Bey, 1924 Şubat'ında mecliste Türk vatandaşlarının sahip olduğu gümrük vergilerinden muaf tutulmasını sağlayan bir kanun ile ilgili yapılan tartışmada söylediği söz ile gayrimüslimlerin Türk sayılamayacağına dair anlayışın belki de en önemli tezahürlerinden birine sahne olur. Söz konusu teklif mecliste tartışılırken "Türk" kelimesinden kimlerin anlaşılacağı meselesi tartışmayı başlatır. Diyarbakır milletvekili Zülfü Tiğrel, yabancı sermayeli şirketlerin Türk vatandaşları mülkiyetinde olması durumunda kanundaki Türklük kavramının nasıl tefsir edileceğini sorar. İlgili kanunun hazırlanmasında payı olan İzmir milletvekili Şükrü Saraçoğlu buna "Efendim, Türkler ve Türk şirketinden maksadımız kanunen Türkler ve Türk şirketi neyi kastediyorsa biz de onu kastediyoruz" diye cevap veriyor. Bunun üzerine Çorum milletvekili İsmail Kemal Alpsar ise "Ermeni ve Rumlara da Türk mü diyoruz?" diye sorar. Gümüşhane milletvekili Zeki (Kadirbeyoğlu) Bey'in bu soruya cevabı şöyle olur: O"nlar hiçbir vakit Türk değildir."

Geçen yıllar içerisinde bu topraklarda kimlerin hangi isimler altında yaşayacağı sorusu, kimlik sorunu tartışmalarının ana başlığını oluşturdu. İnsanlar Türk olduklarını kanıtlamaya çalıştılar, "Yok sen tam Türk olmamışsın" denildi. İnsanlar "Müslümanım" dediler, "Hayır bizim istediğimiz Müslümanlık bu değil" denildi. "Kürt’üm", "Alevi’yim", "Süryani’yim", "Ezidi’yim", "Rum’um", "Arap’ım", "Laz’ım", "Ermeni’yim", "Etnik kökenimle ben bir insanım" dediler, "Ne münasebet canım hepimiz ‘Türk’üz" denildi, üstüne kimliğini savunana "Irkçılık yapıyorsun" damgası vuruldu. Geçen yıllar kimlikleri yok saymada, çıkar ilişkilerine dayalı siyasetten, ırkçılık temelli argümanlarla yapılan politikadan bir nebze olsun kayıp yaşatmadı maalesef. Önümüzde duran fotoğraf, yaklaşık 90-100 yıl önce yukarda bahsedilen konuları içinde barındıran siyah beyaz bir fotoğraf. Bu fotoğraf hâlâ ırkçılığın, ötekileştirmelerin geçmişin, geçmiş ama gitmemiş hâlini gözler önüne seriyor. Papa Eftim, Türk Ortodoks Kilisesi, Ekümenik, Fener Rum Patrikhanesi, azınlıklar  gibi konulardan tam da bahsederken, 23 Haziran 2019 İstanbul seçimlerinin Cumhur ittifakı adayı, eski Başbakan Binali Yıldırım, 11 Haziran 2019'da Twitter'daki hesabı üzerinden Ortodoks Hristiyanların kutladığı isim günü münasebetiyle paylaştığı mesajında, “İstanbul Rum Ortodoks Patrikhanesi Ekümenik Patriği ve İstanbul Başpiskoposu Patrik Bartholomeos’un isim gününü kutluyor, sağlıklı ve uzun bir ömür diliyorum” dedi. Daha sonra Binali Yıldırım atmış olduğu tweette "düzeltmeler" yaptı ve tweeti şu şekilde değiştirdi. İlk paylaşımındaki ‘ekümenik’ ifadesini silen Yıldırım, sonraki mesajında “Fener Rum Patriği Sayın Bartholomeos’un isim gününü kutlar, kendisine sağlıklı bir ömür dilerim” dedi.

Yıldırım’a tepki göstermek için yazıyı nerdeyse ilk haberleştiren Sözcü gazetesi oldu. Binali Yıldırım'ın "ekümenik" statüsünü telaffuz etmesine CHP'den de tepki gösteren açıklamalar geldi. Lozan’a aykırı olduğu dile getirildi. Peki, Binali Yıldırım’a bu tweetini sildirten anlayış, zihniyet neydi? Ulus devletin kuruluş anlaşmasına ve değerine aykırı davrandığını bir an için unuttuğundan mı? Yoksa "CHP bana tepki verir, bunu hemen silmeliyim" diye düşünmesinden mi? İkinci seçeneğin imkânsızlığı oldukça net. Azınlıklar konusunda 1920’lerden 1930’lardan bir farkımız yok görüldüğü gibi, söylemler ve tepkiler bile nerdeyse aynı. Peki, ırkçılık karnemiz ne durumda? O daha da berbat.

Fazla uzak tarihlerden bahsetmiyorum, az çok yakın tarih ile ilgilenen herkes Bursa başta olmak üzere Güney Marmara ve Trakya’nın son 150 yılda Balkanlardan gelen göçmenlerin (yereldeki karşılığıyla muhacirlerin) en yoğun yaşadığı şehirler olduğunu bilir. Hatta şehirlerde Balkan göçmenlerine ait dernekler, STK’lar mevcuttur. Bursa’da şehrin sanat merkezi (sinema, tiyatro, resim, fotoğraf ve heykel sergileri vb. gibi) konumunda bulanan Merinos Parkı içerisinde yer alan Atatürk Kongre ve Kültür Merkezinde bir "Göç Tarihi Müzesi" vardır. Bu müze içerisinde Bursa’nın M.Ö ilk şehirleşme döneminden günümüze kadar geçen zamanda yaşadığı göç hareketliliklerinden bahseden bölümler kendi içinde ayrılmıştır. Bizim konumuz ile ilgili olan kısımlarda şunlar vardır:

Balkanlardan Bursa’ya göçler:

"93 Harbi ve Göç, 93 Harbi ile Bursa’ya Yerleşen Göçmenler, I. ve II. Balkan Savaşları İle Göçler"

"I. Dünya Savaşı ile Artan Göç Dalgası, Cumhuriyet Döneminde Balkan Göçleri,1989-1990 Soydaş Göçü"

"Mübadele Göçmenleri,  Osmanlı-Rus Savaşı ve 93 Harbi Sonrası Kafkas Göçleri"

Atatürk Kongre ve Kültür Merkezi'ne gelen insanların, bu müzenin önünden geçmeme gibi bir imkânı neredeyse yok; yan yanalar çünkü. Göçmenlerle belki de en fazla empati kurması gereken bir şehirde, elitistlerin ve "aydınlanmacı solcuların" yoğunlukla yaşadığı Mudanya’da son seçimlerde yüzde 53 oy alan CHP'li Mudanya Belediye başkanına Suriyelilere denize girmeyi yasaklatan, "Ya bizim kurallarımıza uyacaklar ya da ülkelerine dönecekler" diyerek içindeki nefreti, kini dışa vurmasına neden olan neydi? Cevabı belli, ırkçılığıydı.

Belediye başkanının bu kararına en çok sevinen de neredeyse akşama kadar göç müzesinin önünden geçerek "kültürel, sanatsal" faaliyet kovalayan, çoğunluğu kendini geçmiş zamanın göçmeni, şimdi ise Bursa’nın "sahibi" olarak gören Bursa ve Mudanya halkıydı maalesef. Mudanya başta olmak üzere Bursa’da yaşayan insanlar "Hayır bu ırkçılıktır. Ötekileştirilmeyi, geldiği yere sığamamayı, bakışlardan rahatsız olmayı en çok biz biliriz" deseydi. Bunu örgütlü bir mücadele şeklinde, "Irkçılığa karşı göçmenlerle birlikteyiz" hâline çevirseydi belki de bugün 100 yıl önceki ayrıştırıcı, ırkçı kadrolardan ve toplumsal yapıdan çok çok ilerdeyiz diyecektik. Irkçılığın yenilmesi için son 100 yılda yapılan mücadelelerimizi  haklı bir gururla ve sevinçle yazacaktık. Ama bunlar için geç kalmış değiliz. Irkçılığı, ötekileştirmeyi yok etmek için yaşamın her alanında; sahilde, okulda, işyerinde, sokakta örgütlü bir biçimde var olacağız ve bağıracağız: Irkçılığa geçit yok.

Şafak Ayhan

[email protected]

Bültene kayıt ol